Merhum Hikmet Aksoy'un "Kırmızı Paçalı Güvercin-Ziyad Nemli" adlı kitabındaki söz konusu usta yazara ait 15 hikâyeyi büyük bir keyifle, adeta bir solukta okusam da bazı hikâyeler benim için bir adım önde olmuştur. Kitaba adını veren "Kırmızı Paçalı Güvercin" dışında, benim için bir adım önde olan (favori) hikâyelerden biri de "Kadavra Başında" hikâyesidir. Zira bu hikâyede apayrı bir gözlem gücü ve psikolojik derinlik vardır.

Yazar "Kadavra Başında " hikâyesinde öylece upuzun uzanmış, yapayalnız bir ölüyü farklı bir açıdan anlatmaktadır. Daha doğrusu bir ölü üzerinden genel anlamda hayatı, özel anlamda da kendi yaşadıklarını sorgulamaktadır. Yazar hikâyenin başında "yataksız, yorgansız, çırılçıplak" diye tasvir ettiği ölünün şahsında kendi geleceğini (daha doğru bir tabirle kendi sonunu) hayal etmektedir. İçinde, kendi ifadesiyle "isimsiz bir duygunun halkacıkları genişledikçe genişlemektedir." Her şey olması gereken çizgide ilerlerken "Düpedüz bir cana kıymaya doğru yaklaşmanın sinsiliği var üstümde." diyen kahraman/yazar bir anda adeta vahşileşerek, (buna vandallaşma da diyebiliriz) bıçağını alarak ölünün üzerinde anlamsız bir operasyona başlıyor. Bunu yaparken de hayatın öznesi olan insanın fâniliğinden ve güçsüzlüğünden dem vurarak o insanın geçmişine dair hayal ürünü bir kısım şeyler sayıp döküyor. Cerrahî işlemlerde (ameliyatlarda) kullanılan çok keskin bir alet olan bisturiyi olanca vahşiliğiyle, adeta bir adlî tıp doktoru tavrıyla ölü üzerinde kullanışını en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Bu çirkin eylem karşısında ölünün çaresizliğinden ve teslimiyetçi duruşundan söz ediyor. Daha sonra da "Pensi, bisturiyi tutan parmaklarıma bakıyorum. Ve onlardan utanıyorum." diyerek aslında gizli bir pişmanlık duyduğunu da itiraf ediyor.

Hikâyenin devamında Hallâc-ı Mansûr gibi derisini yüzdüğü ölünün başta gözleri olmak üzere, belli başlı uzuvlarına odaklanıyor ve bu organlara dair sesli düşüncelere dalarak şunları söylüyor: "Bir zamanlar bu göz de ışıl ışıl dünyamıza bakmıştı. Çeşitli renklerden, çeşitli güzelliklerden nasiplenmişti. Öyle mi? Bu göz ve öteki. Kim bilir güzel belleği kaç kadının, kaç genç kızın memelerine, bacaklarına, gözlerine, saçlarına saplanıp kalmıştı."

1960 senesinde Varlık Yıllığı'nda yayımlanmaya lâyık görülen bu hikâyede "isimsiz bir duygunun halkacıkları, yüreği avuçlarında atmak, çocuksu ürkeklik, bir serüven eşiğinin buzlu kıpırdanışları, düşüncelerin ucunun karanlığa saplanması, ölümsüz güzellikler kuyusu, kendi kitabını yaşamak (kader), bıçak ağzı gibi soğuk bir ürperti, insanoğlunu sobalık oduna çeviren gerçek ölüm, kalleş sevinci, ölüm mavisi göz, soğuk gülümseme" gibi özgün ve edebî söyleyişler metne apayrı bir güzellik ve estetik haz vermektedir. Yine metinde kullanılan "el etek çekmek, kirli çamaşırlarını ortaya dökmek, keçi inadı, caniko, can atmak, ipini koparmak" gibi deyimler de hikâyeye nostaljik bir hava ve geleneksel bir soluk katmaktadır.

"Kadavra Başında" hikâyesinde belli bir zaman ve mekân yoktur. Vurgulanmak istenen mekân değil, anlatılanlardır. Metnin genelinde bir iç sorgulama ve muhasebe havası vardır. Olayın kahramanları anlatıcı/yazar ve ölüdür. Ölü cevap veremeyeceği için yazarın iç konuşmaları metne hâkimdir. Yani hikâyede baskın olan anlatım tekniği iç konuşma (iç diyalog) dur. Böylece yazar hem kendinin hem de ölünün ahvâlini beyan etmektedir.

Bu hikâyede anlatım ben ağzından (birinci kişili anlatım) yapılmaktadır. Kip olarak da Şimdiki Zaman kullanılmıştır. Ölçülü ve kontrollü olarak devrik cümlelere yer verilmiştir.