Umberto Eco, Gülün Adı romanında, bir atın güzel olması için başının dik, derisinin gergin, kulaklarının kısa ve sivri, gözlerinin iri, burun kanatlarının geniş, boyunun dik, yelesinin ve kuyruğunun gür, toynaklarının sağlam ve yuvarlak olması gerektiğini Sevillalı Isidorus’tan naklen aktarmaktadır. Burada atın gözlerinin iri olmasının atta aranan özellik olduğu görülmektedir.
Atı asil kılan birçok özelliğinin yanında başının iki tarafında olan ve başta arka tarafı olmak üzere her yönü görmesine imkân veren gözleri gelmektedir.
Araplar ata feres demekte, hatta firaset kelimesine at yetiştirme bilgisi, binicilik anlamını vermektedirler. Ferasat kelimesi de atın birçok yönü, geniş alanları görmesi, geniş alanlara bakabilmesi nedeni ile anlayış, doğru kavrama manalarında kullanılmaktadır. Yani biz birisi için ferasetli sıfatını kullanırken olayları sağlıklı, doğru, derinlemesine muhakeme yapan, kavrayan kişi anlamını vermeye çalışmaktayız.
Fakat atın geniş açı ile her yönü görmesi ve gördüklerinden rahatsız olması ve bunu davranışlarına yansıtması insanoğlunun işine gelmemiş, bu nedenle atların sadece önünü görmesi, hedefe odaklanması için ona at gözlüğü takmışlardır. Böylece at sadece önünü görmekte, çevresinde kendisini rahatsız eden unsurlarla ilgilenemez olmaktadır. Bu durum en çok atı kendi emelleri için kullanan, ata her türlü yönlendirmeyi yapan insanoğlunun işine gelmiştir.
Böyle bir ortamda at, yaratılışında Allah’ın ona bahşetmiş olduğu özelliklerini kısmen kaybetmeye; onu kullanan kişiler de de geniş olanaklar elde etmeye başlamıştır.
Aynı şekilde günlük hayatta bizim ideolojilerimiz, taraflılığımız, üzerimizde “atgözlüğü” gibi durmaktadır. Biz at gözlüğümüzle olayları değerlendirdiğimiz için sadece ideolojilerimizin bize çizmiş olduğu hedefe yönelmekte, o ideolojinin sahiplerini, taraftarlarını memnun etmek için kendimize bir rol biçerek ondan mutluluk duymaktayız.
Aslında kafamıza takılan ideolojik at gözlüklerimizi çıkardığımız zaman, bizi kamçılayan, coşturan güdülerin bizim dostumuz olmadığı, bizi aracı unsur gibi kullandığını fark etmiş olacağız, ideallerimiz uğruna mücadele vermek bizleri mutlu etmekte, toplumda baskın olan unsurlarla aynı hedefe yönelmekle kendimizi değerli hissetmekteyiz. Hatta bu mücadelemiz bize bir kimlik vermekte biz bu kimlikle kendimize bir gelecek kurmaktayız. Davamıza sadakatimiz bizi değerli kılmaktadır. Fakat olayları ferasetle değerlendirdiğimiz zaman çevremizdeki herkesin bir kimlik, bir benlik savaşı içinde olduğunu, bizi besleyen unsurların benzer olduğunu, benzer hedeflere benzer yollardan giderek hedefe önce varmaya çabaladığımızı, bunu yaparken de karşı tarafı küçümsediğimizi, tahkir ettiğimizi, onların tarafına geçip kendimize baktığımızda aslında hepimizin birbirimize benzediğini fark edeceğiz.
Fakat ideolojik at gözlüklerimiz buna müsaade etmemekte, bizler kafamızı yere eğip tüm gücümüzle davamızı sırtlayarak kan ter içinde hedefe varmaya çalışmaktayız.
Elbette kalbimizin attığı, rengimizi belli eden bazı özelliklerimiz olacaktır. Fakat aşırıya kaçarak birilerini kırmaya, kendimizi onlardan farklı görmeye ve toplumda nifak çıkarmaya hakkımız yoktur.
Gözlüklerimizi çıkarıp insanlarla konuştuğumuz zaman en karışık konularda bile anlaşmanın kolay olacağını göreceğiz.