Çocuğunu seven, çocuğunu fazla korumasın Babamın sözü

On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı mahkeme kayıtlarında bir baba kızına nikâh kıydırıp düğün yapmayan damadını Kadıefendi’ye şikâyet etmektedir. Kadıefendi bunun sebebini damada sorduğunda damat, kıza bakacak gücünün olmadığını, bu yüzden düğünü yapamadığını söyleyince baba da benim de kızıma bakacak gücüm yok, eğer düğün yapmayacaksan, kızımın nikâhını bırak, ben kızımı başka birisi ile evlendirmek zorundayım, dediği yazılmaktadır.

Geçmişte yoksulluğun en ağır yükünü çocuklar dahası kız çocukları çekmekteydi. Osmanlı’nın son dönemlerinde ise babalar erken evlendirmek için kızlarının nüfus kütüğüne büyük yazdırmaya; erkek çocuklarını ise askere geç gitmeleri için küçük yazdırmaya çalışmaktaydı.

Yapılan araştırmalar, Osmanlı’da aile başına düşen çocuk sayısının 3-4 civarında olduğunu işaret etmektedir. Bunda doğan çocuk sayısından ziyade çocuk ölüm oranları önemli faktördü. On yaşına varmadan ölen çocuk sayısı bir hayli fazlaydı. Tandıra, kaynayan süte düşen, yetersiz beslenen, her türlü hastalığa yakalanan, sakat kalan binlerce çocuk bulunmaktaydı.

Üvey anne durumuna geçmişte çok daha fazla rastlandığı için bu durumdan en fazla kız çocukları etkilenmekte, aile mirasından en fazla onlar mahrum edilmekteydi.

Yaşayıp yaşamayacaklarından emin olunmadığı için çocuklar doğduğunda onlara hemen kimlik çıkartılmazdı. Çocuğun değerinin az olduğu bu şartlarda onlar okula, medreseye gönderildiği zaman hocaya “Eti senin kemiği benim” diye tembihte bulunur, hocaya çocuk üzerinde büyük salahiyetlerinin olduğu hatırlatılırdı.

Yine bu dönemde doktorların en nefret ettiği hastalar çocuklar olmaktaydı. Çünkü çocuklar şikâyetlerini dile getiremez, ağrıyan yerlerini söyleyemezdi. Bugünkü teknoloji o dönemde olmadığı için doktorlar hastalığın teşhisini koyamaz, çocuk hastaları bir an önce başından savmak isterdi.

Günümüzdeki çocuklar geçmişe göre çok daha rahat bir ortamda büyümekte, hatta doğan doğmaz evin en müstesna kişisi olmaktadırlar. Hatta doğumlarına seremoniler yapılmakta, gökten meleklerin inerek onu karşıladığı zannı ile hareket edilmektedir.

Fakat çocuklara sunulan bu büyük nimet onlar için zamanla kâbusa dönüşmektedir. Çevrede onları kandıracak, cezbedecek, yoldan çıkartacak binlerce unsur bulunmaktadır. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar, her türlü oyuncaklar onların doğal ortamlarını bozmakta, en temel becerilerini yerine getirmelerine engel olmaktadır.

Okulda sınavalar, aile baskısı, yarış atına dönüştürmeleri onları strese sokmakta, birçok genç, stresle başa çıkmak için çeşitli haplar kullanmak zorunda kalmaktadır.

Günümüzde insanlar geç evlenmeye, evlenince çocuk yapmamaya özen göstermekte, doğan çocuğun yetiştirme zahmetine katlanmak istememektedirler. Bu ortamda ailelerde ortalama çocuk sayısını hızlı şekilde düşürmektedir.

Çocuk sayısı azalınca çocuğun kıymeti hızlı şekilde artmaya başladı. Alileler çocuklarına paşam, şehzadem, prensesim, diye hitap eder oldular.

Paşa, şehzade, prenses gibi büyütülen çocuklar okula başladığı zaman aileler öğretmenleri, eski dönemde padişah çocuklarının eğitiminden sorumlu olan lala, dadı gibi görmeye başladı. Çocuğa aşırı anlam yükleyen bireyler eğitime de aşırı anlam yüklemekte, öğretmenlerin, şehzadelerine lala gibi hizmet ve hürmet etmesini beklemektedirler.

Bu şartlarda kaybedenler kendilerine aşırı anlam yüklenen çocuklar olmaktadır. Çünkü sokağın dili ile ailelerin dili uyuşmamaktadır. Dış ortamın şartları, saksıda büyüyen çocukları hemen ezmekte, onları daha dayanaksız, hayata karşı daha nazik duruma getirmektedir. Bu da çocukları daha kırılgan yapmakta, yetiştirilme şartları bakımından ev içinde avantajlı görünen çocuklar, çevresel şartlarda dezavantajlı duruma gelmektedirler.