İbn-i Arabi aşkı tabii, aşkı insani (beşeri), aşkı ilahî olmak üzere üç tür aşktan bahsetmektedir. Aşkı tabiiden, insanın doğaya, bitkiye, vatana, herhangi bir nesneye duymuş olduğu sevgiyi; aşkı insaniden (beşeri), insanın karşı cinse duymuş olduğu aşkı, aşkı İlahîden de Allah’a duymuş olduğu aşkı kastetmiştir.
Bu aşkların üç hâli bir insanda bulunabileceği gibi, tek bir aşkın bir kişide görülmesi de mümkün olmuştur. Eski kültürümüzde toplum baskısı insanları tek tip olmaya yönlendirdiği için özellikle şairlerde insani aşkları ilahî aşk görünümünü almıştır. Bazen şairler bilerek beşeri aşklarını gizleme yolunu tercih etmişlerdir.
Bahane kelimesi Farsçada abartma anlamında kullanılmaktadır. İnsan bir olaya, bir duyguya, bir duruma bahane bularak onu abartmakta, bununla da hakikati örtme yoluna gitmektedir. Türkçede abartma kelimesinin de hakikati gizleme anlamı bulunmaktadır. İnsan bir şeyi abartarak onu hakiki özelliğinden uzaklaştırmaktadır.
Edebiyatımızda Hüsnütalil sanatı da bu ortamda devreye girmekte kişi, gerçeği gizlemek veya güzelleştirmek için bir olaya bahane bularak, onu abartarak ona başka bir şekil vermeye, onun üzerini örtemeye çalışmıştır.
Toplum baskısının en büyük kurbanı insani aşk tipi olmuş, özellikle şairler insani özellikler taşıyan aşklarını tasavvufi terimlerin arkasına gizleyerek ona ilahî aşk görünümünü vermişlerdir. Bu nedenle bazı şiirlerin tahlil edilmesi zorlaşmış, düalist bir yapı arz eden şiirlerin hangi kimlikle okuyucu karşısına çıktıklarını anlamak zorlaşmıştır. Beyit bütünlüğünün ön plana çıktığı divan şiirinde bir kavramın farklı beyitlerde farklı şekilde yorumla ihtiyacı olmuştur.
İlahî aşk toplum nezdinde hem manevi, hem otoriter hem de üst bir güç oluşturduğu için çoğu şair ilahî aşkın gölgesine girmekten kaçınmamıştır.
Beşeri bir aşka ilahî aşk süsü vermek çok kolay olmuştur. Ortak sembollerin kullanıldığı divan şiirinde sevgilinin bazı vasıfları ile padişahın, sultanın, tanrının bazı özellikleri birbirinin içine girmiş durumdadır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saray İstiaresi olarak tanımladığı bu anlayışta sarayda olan her şeyin hükümdarın iradesi itibariyle keyfi, az çok ilahî, İlahlaştırılmış, özü itibarıyla isabetli, yani hayrın kendisi olarak tanımlamıştır. Manevi âlemde hükümdarın Allah’ın gölgesi olarak tanımlandığı ortamda sevgiliye padişah süsü veren şairler, sevgilinin vasıflarını yücelterek onu bir anlamda manevi bir zirveye taşımış, mananın üstünü örterek kapalı ifadelerle Tanrı ve sevgili kavramlarını iç içe kullanmıştır. Bu şartlarda şairin gerçek duygusunu, meramını anlamak ve anlatmak zorlaşmıştır.
Yunus Emre, Niyazi Misri, Eşrefoğlu Rumi gibi tasavvuf şairlerinin şiirlerini dini tasavvufi açıdan yorumlamak kolay olmaktadır. Fakat beşeri ve ilahî aşk kavramlarının iç içe geçtiği Fuzulî gibi şairlerin şiirlerini tam tahlil etmek zorlaşmaktadır.
Şairlerin manevi yönlerinin ağır basması, bazılarının tarikat mensubu olması: bazı şairlerin şeyhülislam, kadı gibi makamlarda bulunması nedeni ile insanlar, onların beşeri aşk duygularını yansıtan şiirlerini ilahî aşkın işareti olarak yorumlamışlardır.
Şair Emirî bir şiirinde, Sûfî mecâz anladı yâre muhabbetim/ Âlemde kimse bilmedi gitti hakikatim diyerek bu tarz yorumlara isyan etmiş, kendisinde olan insanî aşkı halkın ilahî aşk gibi değerlendirmesinden rahatsızlık duymuştur.
Hangi şart ve zeminde olursa olsun, divan şiiri ile tanışmayan, o şiirleri tahlil etmeyen, kelimelerin mana arkasına geçerek oradaki zenginlikleri görmeyen bir kişinin sosyal hayatta başarılı olması, eleştirel düşünebilmesi, ucuz siyasi propagandalardan kendisini sakınması mümkün olmamaktadır.
İnsanların manevi yönlerinin, nezaket anlayışının derinleşebilmesi için özellikle divan şiiri ile tanışması onun inceliklerini görmesi gerekmektedir. O zaman aşkın tüm hâllerini yakalama şansı daha yüksek olacaktır.