Meşhur eğitim sisteminin bir türlü öğretemediği, belki de yabancı dilin önemini kavrayamadığımız yıllardı. Her sene yeniden başlayan “pirezınt kontiniyüs tens” ‘şimdiki zamanından’ bir adım ileri gidemediğimiz siyah- beyaz günlerdi. Yerli yersiz “Em, iz, ar” ile boşlukları doldurmaya çalışır, şıkların orantılı olarak işaretlenmesine dikkat ederdik.

“Hav ar yu” ile başlayıp “fayn tenks end yu” ile biten dünyanın en kısa sohbetleri nedeniyle bir türlü sınırların ötesine açılamadık. Şimdiki zamanlardan çıkıp gelecek zamanlı hayaller kurmadık, kuramadık. Kurduğumuz en büyük hayal; büyüklerimizin çokça tanık olduğu ama bizim göremediğimiz Trabzonspor’un şampiyonluğuydu.

Sürekli çalım atıp, pas vermeyen yerli yersiz kaleye şut çeken gıcıklık üzerinde o yaşlarda ihtisas yapmış arkadaşlarımızla bile hayalimiz ortaktı. Ya futbolcuyduk ya da taraftar ama hep, o sene bu seneydi.

Boztepe’nin dağı ile Çömlekçinin denizi arasına sıkışmış mahallemizde çift kale maç yapılabileceğimiz tek yer “Maşatlıktaki” sahaydı. Maşatlık dediğimiz yer de zamanında gayrimüslimlerin gömüldüğü Boztepe’nin eteklerindeki bir yerdi. Mezarlar gitmiş sadece adı kalmıştı. Yanlış anlaşılmasın top oynadığımız yer mezarların üzeri değil hemen yanındaki okulun bahçesiydi. Yoksa bizim için her sokak tek kale maçların yapılacağı yerdi. Sokağın düz, dik ya da dar olması ol fark etmez, iki taş bir top yeterdi.

Mahallemizin büyükleri Dozer Cemil, Deli Bekir, Hücum, Bodiş, Disko Ali, Şerif maç oynamak için geldiklerinde onların maçını heyecan ve zevkle izlemek için kendi aramızdaki maçı “gol atan kazanır” kuralıyla çabucak bitirirdik. Kurallar vardı ve kurallar kanun hükmündeydi. Topu atan gider alır, topu olan takımı kurar ve şişkolar genellikle kaleye geçerdi.

Mahallemizin hemen yukarısındaki Kızlar Manastırını ararken şaşırıp ta bizim sokağa kadar yolunu kaybetmiş turistlere, öğrendiğimiz İngilizceyle ancak Mahmut Tuncer kıvamında “Ay em sori, ne sori” seviyesinde yardımcı olabilirdik. “Go, go daha go” dan ne anlardılar bilemiyorum ama gösterdiğimiz yöne giderlerdi.

Gerçi o yıllarda İngilizceden önce Kürtçe ile tanışmıştık. Ağrı’dan, Van’dan inşaatlarda çalışmak üzere şehrimize gelen işçilerin toplandıkları Taksim Meydanındaki kahve önlerinde, anlamadığımız konuşmalarından yabancı bir dilin varlığından o zamanlarda haberdar olmuştuk.

Kırık Türkçeleriyle bu kara kuru, pos bıyıklı adamlar gurbette ekmeklerinin peşindeydiler. Münferit bazı olayları saymazsak toplumsal! bir sorun yoktu. Büyüklerimizin dikkat ettikleri tek husus; onlara çalıştırdıklarında yevmiye usulü değil de götürü usulü iş vermeleriydi. Yani yapılacak işin içeriği ve parası önceden konuşulur, iş bitince de paraları verilirdi. Yoksa diğer türlü yevmiye usulü bir günlük işin bitmesi günler sürebilirdi.

Bölücü örgütün henüz piyasaya sürülmediği yıllarda Kürt kardeşlerimiz ile ne şehrimizde ne de diğer yerlerde bir sorun yaşanmadı. Ne zaman ki şehit haberleri gelmeye başladı kazan çömlek patladı. Galeyana gelen hareketli gençler kimi zaman tek dertleri evlerine ekmek götürme derdindeki bu garibanları tartakladı ya da psikolojik baskı uyguladı.

O günler her Kürdün terör mensubu zannedildiği, zannettirildiği utandığımız günlerdi. Gel zaman git zaman belki bu olaylar yüzünden belki de araç modernizasyonu nedeniyle bu Kürt kardeşlerimiz eskisi kadar Taksim Meydanında görünmez olmuştu.

O ya da bu nedenle güzel ülkem terör belasından çok çekti. Geldiğimiz noktada silahların bırakıldığı, terör örgütünün tasfiye edildiğinin konuşulduğu günleri yaşıyoruz. Ama aklımızın bir köşesinde verdiğimiz binlerce şehidimiz diğer tarafında bebek katilinin o çirkin suratı ve o deli sorular. Sorulara bildiklerimiz ya da tahmin ettiklerimiz ile verdiğimiz cevaplar tatmin olmamıza çoğu zaman yetmiyor. İşin içinden çıkılacak gibi durmuyor. Gol atma derdinde olanlar ile gol yememeye çalışanlar pozisyon kovalıyor.

Hemen aşağımızda, yanı başımızdaki bölgede öylesine kaygan bir zemin var ki, her an stratejik ortaklıklar dahi değişebiliyor. Bölgenin bir kısmında Amerika ile başka bir kısmında Rusya ile hareket etmek durumundayız. Hamaset kulağımıza hoş gelse de saha da durum çok farklı. Çok gol atanın değil daha az gol yiyenin kazanacağı bir müsabaka oynanıyor gibi. Allah Allah nidalarıyla saldırmaktan ziyade daha kontrollü, temkinli ve sabırlı olmak bizi sonuca getirecektir.

Devletin bildiği her şeyi vatandaş olarak haliyle bilemeyebiliriz. Bu son derece normal ve olağan bir durumdur. Stratejik tüm bu konular üzerinde, açık kanallardan şu şöyledir bu böyledir denilerek devlet yetkililerinden açıklama yapılmasını ya da ikna edilmesini de beklemiyoruz. En büyük inancımız ve temennimiz Devletimizin yanlış yapmayacağına ve gaflete düşmeyeceğine yöneliktir. Yoksa bu necip millet yer yarılıp gök delininceye kadar bu kadim topraklarda hâkim kalacaktır. Bundan zerre-i miskal endişemiz yoktur.

Merhum Mehmet Akif ne güzel söylemiş “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”

Terör ile mücadelenin bitmediğini, bittiğini sananlara ise yeniden hortlatılırsa amansız mücadelenin kaldığı yerden devam edeceğine olan inancım ve umudum olduğunu söyleyerek bitirmek isterim.

Konu ile alakalı olmasa da bu satırları fırsat bilerek; öğretmenler günü vesilesiyle başta ilk hocam Semiha Yüksel hanımefendi olmak üzere üzerimde emeği olan tüm hocalarımın ellerinden öper yaşayanlara sağlık esenlik, vefat edenlere rahmet dilerim...