Trabzon'a giden yüksek hızlı trenin ilk yolcuları arasında bulunmanın heyecanı içindeydim. Çocukluk hayalimdi... Hemen herkesin şehrinden tren geçiyordu ve bizimkisi unutulmuştu ya...
Oysa “o gelsin” diye neler yapmamıştık ki?
Kocaman bir TIR'ın üzerine güya vagonlar dizip, Samsun'dan Sarp'a kadar götürmüştük.
En yakın dostlarımızla tartışmış, işi büyütmüş, çocuklar gibi kavga ettiğimiz bile olmuştu.
Bir platform kurmuştuk...
Açık oturumlar, köşeler, söyleşiler...
"Tren istiyoruz, hem de yüksek hızlı olanından" diye dövizler taşımıştık.
Yetkili yetkisiz kimi görsek "bizim tren işinden n'aber" diye meramımızı anlatmaya çalışmıştık.
Sonunda günü gelmişti demek!
Samsun'dan sonra Karadeniz'de yaşanan bayram havasını anlatmaya ne kalem yeterdi ne kağıt ne de kelam...
Kentler, kasabalar ve köyler gelin gibi süslenmişler...
Anlatılanlara bakılırsa kırtasiyelerde süsleme kağıdı, balon filan kalmamış...
Her taraf afişlerle çiçeklerle donatılmış ki Karadeniz Karadeniz olalı böyle bir şey yaşanmamış.
Olup bitenlere inanamıyordum çünkü yarım asrı aşan bir özlem sona ermişti ve birazdan...
***
Gerçekten de yüksek hızlıydı tren.
Adeta uçarcasına geçiyorduk Karadeniz kıyılarından.
Birkaç ara istasyondan sonra ver elini Trabzon...
Göz açıp kapayıncaya kadar...
Nasıl mutluyum, anlatamam!
İçimizde ağlayanlar, dua edenler, not alanlar, video çekenler...
Yolculuğun keyfini sürer gibi görünenler de var fakat onların çoğunluğunun başka bölgelerin çocuğu olduğuna bahse girerim.
"Trabzon'a tren gelmiş kardeşim" diye sesini yükseltenler çoğunlukta...
Yaşadıklarına inanamayanlar...
Gözlerini silip silip bakanlar...
Ben, gözyaşlarını saklamak isteyenler arasındayım sanki... Dudaklarımı ısırıyorum, derin derin nefes alıp veriyorum. "Allah'ım! Kalbim var" diye mırıldanıyorum arada.
Ordu ve Giresun geride kalmış, Trabzon’a varmak üzereydik.
Yok böyle bir şey!
Karadeniz’in en büyük marinasına dönüşen limanı tanımakta zorluk çekti bazı yolcular.
Eski çimento fabrikasının yerinde büyüleyen mimarisiyle Trabzon İstasyonundaydık artık.
Yüksek hızlı trene nasıl bindiğimi hatırlamadığım gibi nasıl indiğimi de hatırlamıyorum.
Marinadaki yatlarla yelkenliler de bizi karşılıyordu.
Deniz rengarenkti, Boztepe yamaçları ve gökyüzü de öyle...
Çömlekçi ve Değirmendere tarihi günlerinden birini yaşıyor, iğne atsan yere düşmez misali mahşeri bir kalabalık vardı.
Gözlerime inanamıyordum, "Trabzon'a tren geldi, Trabzon'a tren geldi " diye hiç tanımadığım birinin omzunu yumruklarken buldum kendimi.
"Delirmiş olmalıyım" diye kendi kendimi azarlamayı da burada öğrendim.
Özlem ve şaşkınlıkla karışan bir mutluluktu benimkisi...
Nihayet bu kıyılardan da tren geçmeye başlamıştı demek.
Trabzon'dan bin, birkaç saat içinde Ankara'da ya da İstanbul'dasın.
Ulaşım, işkence olmaktan çıkacak, tıkış tıkış araçlar tarihe karışacaktı.
Yüksek hızlı trenin kapısını tekmelediğimi fark eden görevli tarafından uyarılmasaydım bir süre daha devam edecekti delirmiş halim.
"Niçin bu kadar geciktin" dercesine hesap sormak gibi bir şeydi.
Biraz yürürsem açılırdım belki.
Değirmendere'ye doğru attığım adımlarla şaşkınlığım da arttı.
Son üç yıldır inat etmiştim, gelmemiştim şehre.
"Ne zaman ki tren gelir..."
Dört gözle beklediğim gündü ve büyük bir romanın kapağı gibi hissediyordum kendimi.
Vadim O Kadar Yeşildi Ki...
Nehrin yatağı sadece büyütülmekle kalmamış...
Yelkenliler, yatlar ve teknelerle usta bir ressamın fırçasından çıkmış tablo gibiydi.
Trabzon'a ne olmuştu böyle?
İçinden geçen nehir, marina ve istasyonla birlikte cennetten bir köşeye dönüşmüştü.
“Rüya mı görüyorum" diye sesimi yükselttiğimde...
"Rüya görüyorsun dede" sesiyle kendime geldim.
Torunumdu, "Rüya görüyorsun dede" diye ikinci kez sesini yükseltince anladım.
Çocukluk hayalimiz, çocuklarımız ve torunlarımızın göremeyeceği kadar uzaktı bize.
"Keşke rüya olsa" diye fısıldadım boşluğa.
"Otobüse ve minibüse talim" dediğimi kimseler duymadı.
“Bu işkence niçin bize reva görülüyor” dediğimi de...