Türkiye’nin terörle mücadelede en hassas, en kritik virajlarından birine daha geldiği bu süreçte, 22 Ekim artık sadece bir tarih değil, aynı zamanda bir kırılma noktasıdır.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Bölücü başı Meclise gelsin, konuşsun, PKK’nın silah bıraktığını ve kendini feshettiğini açıklasın” şeklindeki çıkışıyla başlayan ve kamuoyunda derin yankılar uyandıran süreç planlandığı gibi işliyor.
Evet, Türkiye 40 yılı aşkın süredir terörle mücadele ediyor.
Binlerce şehit, 40 bin insanımızı toprağa verdik.
Ekonomik kalkınmamız sekteye uğradı, kardeşlik duygularımız yıprandı, milletçe büyük bedeller ödedik.
Bu nedenle “Terörsüz Türkiye” hedefi her vatanseverin en büyük isteğidir, hayalidir, temennisidir.
Ancak bu hedefe ulaşırken izlenen yolun yöntemleri ve verilen mesajların toplumda oluşturacağı algı, en az sonuç kadar önemlidir.
Bugün gelinen noktada PKK'nın uzantısı olarak görülen DEM Parti’nin, İmralı ziyaretlerinden sonra “PKK silah bıraktı, örgüt kendini feshetti” yönündeki beyanları toplumda ‘göstermelik’ olarak algılanmış halen aksi bir evrimle olmamıştır.
Bu açıklamalar doğrultusunda TBMM çatısı altında bir komisyon kurulmuş, tüm partiler (yalnızca İYİ Parti hariç) bu komisyona katılmış ve komisyondan alınan karar gereği, Meclis’i temsil eden heyetin İmralı’ya, yani bölücü terör örgütünün başına gitmesi gündeme gelmiştir. Bu adım atılmış olursa Türk insanının yüreğini sızlatır.
Çünkü burada oluşan tablo şudur: ‘Terörist başı Meclise gelmemiştir ama Meclis onun ayağına gitmiştir.’
Bu bir devlet aklı mıdır?
Yoksa zaaf mıdır?
Sorulması gereken en önemli soru budur.
Hiçbir demokratik ülkede, hiçbir hukuk devletinde, kendi ülkesine silah doğrultmuş, binlerce asker ve masum insanın ölüm emrini vermiş bir terörist başının “akil kişi” muamelesi görmesi, devleti temsil eden kurumun temsilcilerini “ayağına çağırması” kabul edilemez.
Bu tablo, şehit ailelerinin vicdanını kanatır.
Bu tablo, terörle mücadelede canını ortaya koymuş güvenlik güçlerini demoralize eder.
PKK’nın silah bırakması elbette istenir, elbette beklenir.
Ancak bu bir pazarlığın, karşılıklı jestlerin, tavizlerin ya da Meclis’in itibarını zedeleyecek adımların sonucu olmamalıdır.
Eğer terör örgütü silah bırakacaksa, bunu adaletin karşısında boyun eğerek yapmalıdır; devleti ayağına çağırarak değil.
Sözde barış, gerçekte ise örgütün siyasal zeminini tahkim etme çabası olan bu sürecin ilerleyen aşamalarında daha büyük tavizlerin önünü açacağı endişesi halk arasında hâkimdir.
Çünkü tarih, bu tür süreçlerin zamanla “af”, “ceza indirimi”, “siyasi rehabilitasyon” gibi taleplere dönüştüğünü defalarca göstermiştir.
Devletin teröre karşı elbette her yol ve yöntemi akıl süzgecinden geçirmesi doğaldır.
Ancak burada çizgiyi belirleyen en temel unsur şudur.
Terörü ve teröristleri meşrulaştırmadan, devleti küçültmeden, milletin iradesine gölge düşürmeden bu yol yürünmelidir.
Sonuç olarak demem o ki;
Terörsüz bir Türkiye hepimizin hayalidir, isteğidir ama bu hayal uğruna teröristin ayağına gitmek, Meclis’i temsil edenlerin bir katilin önüne çıkarmak, yalnızca bir stratejik hata değil, aynı zamanda bir zaaftır. Barış, ancak onurlu bir duruşla mümkündür.
Devlet, kendi onurunu yere düşürmeden, hukuktan sapmadan, milletin değerlerini incitmeden bu mücadeleyi sürdürmelidir.
Aksi halde terörsüz Türkiye’ye giden yolda, teröristle el sıkışarak değil; adaletin üstünlüğüyle yürünmelidir.
Bebek katiline Meclis heyeti değil, Mahkeme heyeti yağlı urganla gitmelidir.