Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde hayatta olan ve şiirler yazan Yunus Emre, ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin yıkılma aşamasında fark edilmiştir. Yunus Emre Selçuklu döneminde yaşamış, hemen hemen Osmanlı Devleti’nin kuruluş zamanlarda şairliğinin zirvesine ulaşmış, Osmanlı yıkıldıktan sonra onun harabeleri arasından çıkartılmış bir hazinedir. 1913 yılında M. Fuad Köprülü’nün Türk Yurdu Dergisi’nde Yunus Emre’yi tanıtan bir makale yazması ile Türk aydını onu tanıma imkanını elde etmiştir. 

Acaba altı asır boyunca şiirle uğraşan şairler, edebiyatçılar Yunus Emre’nin farkına niçin varamamışlardı?

Bunun sebeplerini Osmanlının şiir anlayışı, şiir kültürüne yaklaşımı içinde bulabiliriz. Yunus izbe yerlerde yaşamış, köylünün, sade samimi Müslüman insanların arasında dolaşmış, onların gönlüne hitap etmiştir. Onun şiirleri sade, gösterişten uzak, Arapça ve Farsça kelimelerin çok az olduğu temiz bir Türkçe ile yazılmıştır.

Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş, Hacı Bayramı Veli gibi etrafı müritlerde dolu bir şeyh olmamış, kendi hâlinde bir dünyada yaşamış ve iç alemi ile uğraşılar vererek şiirlerine odaklanmıştır.

Osmanlı’nın entelektüel dünyasının şiir çemberine Yunus Emre’nin girmesi imkansızdır. Herkesin aruz vezninin, Arapça ve Farsça kelimelerle dolu şiirlerin peşinden koştuğu ortamda Yunus’un şairden bile sayılması zor bir ihtimaldi.

Germiyanoğlu Yakup Bey Türk kültürüne büyük hizmetler yapmış, Şeyhi, Ahmed  Daî ve Ahmedî gibi şairleri korumuş, onlara ihsanlarda bulunmuştur. Dönemin halk şairlerinden birisi Yakup Bey’e yazdığı bir şiirde: Benim devletli Sultanım/ Akıbetin hayır olsun/ Yediğin bal ile kaymak/ Yürüdüğün çayır olsun, dörtlüğünü sununca Yakup Bey bu dörtlüğü çok sevmiş, şimdi hoş bir söz işittim, anlamını ve söyleyiş tarzını beğendim, bizim Şeyhi’nin ne söylediğini hiç bilmem, bizi övmek ister, ama sanki yerer, demiştir. 

Germiyanoğlu Yakup Bey’in bu söylemine çok kızan tezkire yazarı Gelibolulu Ali, Künhü’l Ahbar adlı eserinde, Germiyanoğlu adındaki köylü (Yakup Bey’i kastederek) söz cevherini taş ve kerpiç sanırdı, Şeyhi’nin şiirlerini anlamaz bunlara karşı ilgisiz davranır ve onları dinlemekten canı sıkılırdı. Bu köylü (Yakup Bey) vezinden (yani aruz vezninden) anlamazdı. Halk şairlerini korur kendine şiir sunan dört ayaklıya (halk şiiri yazan ozanı kastederek) bağışta bulunarak ona bir kır at hediye etmiştir, demektedir.

Aynı şekilde on dördüncü yüzyılda Süheyl ü Nevbahar adlı mesnevisini sade Türkçe bir dil ile yazan Hoca Mes’ud, bu kadar beyti yazınca, şiirden anlayan bir kişi çıkar da bu eserde niye hiç tamlama kullanılmamış, bu şair hiç yazıyı düzene sokmayı bilmiyor, (Arapça ve Farsça kelime kullanmıyor, edebi sanatlara başvurmuyor) diyerek bende kusur bulur korkusu ile utancımdan tenimin yarısı eridi, demektedir. O dönemin şiir anlayışında iyi şair olmak, Arapça ve Farsça kelimeleri edebi sanatlar çerçevesinde kullanmayı gerekli kılıyordu. Şairler halkın söylediği lisan ve onun ahengini duyduğu vezinle şiir yazmayı kabalık olarak algılıyor, avamı havâma (böceklere) benzetiyorlardı.

Arapça ve Farsça sevdası tarikatlara kadar uzanmış on beşinci yüzyılda yaşayan Kaygusuz Abdal, bir şiirinde Ey derviş, mî-danî, mî danî dir durursun/ Sen hiç Türkice bilmez misin? diyerek bu duruma isyan etmiştir. 

Sade Türkçe ile yazmaya, halk diline ve kültürüne hoyratça yaklaşıldığı bu dönemlerde Yunus Emre’nin yazdıkları şiirlerin takdir edilmesinin imkânı yoktu. Çünkü o zamanın ruhu buna müsait değildi.  Tanzimat Dönemi ile başlayan halkın diline ve kültürüne yaklaşma arayışı Yunus Emre’nin kıymetinin anlaşılmasının zeminini oluşturmuş ne yazık ki Yunus Emre, Türk aydını tarafından ancak yirminci yüzyılın başında tanınmaya ve kıymeti anlaşılmaya başlanmıştır.