Bazen bir şehrin suskunluğu, bir kulübün kaderini belirler. Tribün sustu mu, kasa da susar. Kasa sustu mu, umut da biter. Bugün Trabzonspor’un yaşadığı tam da budur. Rakiplerin statları para basıyor, milyonlar dönüyor, formalar yok satıyor.

Localar dolu, kombineler aylar öncesinden tükenmiş… Peki bizde ne var? Bir başkanın yorgun nefesi, birkaç sadık taraftarın sessiz duası. Geçen yıl Trabzonspor, stadyumdan 5 milyon euro zarar etti. Düşünün; rakipler yüz milyon kazanırken, sen eksi yazıyorsun. Bu sadece ekonomiyle açıklanacak bir tablo değil. Bu, aidiyetin, inancın ve vefanın yitip gittiği bir aynadır. “Taşıma suyla değirmen bir yere kadar döner” diyor başkan. Doğru. Ama kimse o suyu taşıyan adamın elinde nasır kaldığını görmüyor. Sekiz yıldır tek başına yük taşıyor belki. Ne bir “iyi misin?” diyen var, ne bir omuz veren. Sanki Trabzonspor’un derdi, sadece bir insanın sırtında taşınabilecek kadar hafifmiş gibi…

Oysa bu şehir bir zamanlar takımına can veren bir şehirdi. Kombine kuyruklarında sabahlayan, formayı evlat gibi saklayan, deplasmana otobüslerle giden bir şehir… Şimdi hepsi birer hatıra. Yeni nesil forma almayı değil, story atmayı biliyor. Yeni taraftar, tribünde değil; telefon ekranında bağırıyor. Artık Trabzonspor’un en büyük rakibi Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş değil... Umursamazlık. Bu şehrin ruhunu kemiren o sessiz düşman.

Ve başkan haklı…

Gerçekleri söylemek alkış getirmez belki ama, gerçeği gizlemek kulübü mezara götürür. Taşıma suyla dönmez bu değirmen. Çünkü su bitti… Değirmen de dönmekten yoruldu. Bazen bir kulübün kaderi, bir başkanın yorgun omzunda değil, bir şehrin sessiz vicdanında taşınır. Trabzonspor’un en büyük rakibi artık sahada değil, tribünlerdeki sessizlikte gizli.

IŞIĞI YANAN ŞEHİR TRABZON’UN SESSİZ DEVRİMİ

Bazen bir şehir susar. Fırtınalar dinmiş gibi görünür ama alttan alta kabaran bir deniz vardır. Trabzonspor tam da o sessiz fırtınanın içinden çıktı. Gürültüye değil, inanca sarıldı.

Ertuğrul Doğan’ın hikâyesi öyle kolay yazılmadı. Kolaycı başkanlar gibi parayı ortaya koyup “alın yıldızları” demedi. O, önce kulübün defterlerini temizledi, sonra şehrin vicdanını onardı. Eleştiriler mi? Dağ gibi. Ama o yılmadı, “Ben Trabzonspor’un başkanıyım” dedi ve yürüdü.

Bugün o yürüyüş, sahada koşuya dönüştü.
Tribünlerdeki çocukların yüzüne yeniden umut geldi.

Fatih Tekke... Şehrin çocuğu, sahaların delikanlısı. Onu kulübeye koydular, ama o Trabzon’un kalbine dokundu. Futbolu süsleyen değil, sadeleştiren bir adam. “Topu ayağa alın, oyunu akılla kurun” diyen bir öğretmen gibi. Büyük isimlerin gölgesinde değil, alın terinin ışığında yol yürüdü.

Bakın transferlere...
Ne parıltılı vitrinler, ne şöhretli yıldızlar. Pina, Batagov, Folcarelli, Oulai, Olaigbe, Augusto, Onuachu, Onana... Hepsi alın terinin temsilcisi. Takım oyununun, paylaşılmış emeğin çocukları.

Trabzonspor bu sezon bir şey yapıyor:
Kazanırken sahaya terini bırakıyor, kaybederken bile alkışı hak ediyor. Çünkü bu takımda bir sistem, bir inanç, bir ruh var.

Ertuğrul Doğan’ın ekonomik aklı, Fatih Tekke’nin teknik aklıyla birleşti.
Sonuç: Paradan değil, planlamadan doğan bir başarı hikâyesi.

Biliyorum, futbol sadece skor değildir. Ama bazen bir skor tabelasından daha gür bir şey duyarsınız:
Şehrin kalp atışını.

İşte o ses şu an Trabzon’da yankılanıyor.
Rüzgâr Karadeniz’in üzerinden geçerken bir fısıltı taşıyor:
“Biz yeniden doğuyoruz.”

Helal olsun başkana...
Helal olsun hocaya...
Helal olsun emeğe, inanca, sabra...
Trabzonspor, adının hakkını veriyor:
Fırtına geri döndü. Ama bu kez, sessiz bir güçle.

KALENİN YENİ DUVARI ONANA

Futbol sadece topun yuvarlandığı bir oyun değildir. Kimi zaman yüreğin sınandığı, kimi zaman karakterin sahneye çıktığı bir meydan okuma yeridir. İşte Trabzonspor’un yeni kalecisi Onana, tam da bu meydan okumayı yüreğinde taşıyanlardan biri… Başkan Doğan, kaptan Uğurcan’ı Galatasaray’a sattığında şehirde yer yerinden oynamıştı. Kimi “ihanet” dedi, kimi “bitti artık bu yönetim” diye haykırdı. Tribünlerin öfkesi, sokakların diliyle birleşmişti. Ama kimse bilmiyordu ki, bazen bir ayrılık bir doğumun habercisidir. Ve o doğumun adı Onana olacaktı…

Bir gecede geldi.

Hiç kimsenin aklında yokken, Trabzonspor formasını giydiğinde şehirde hava birden değişti. Afrika’nın sıcağından Karadeniz’in sert rüzgârına adım atan o adam, ilk günden beri soğukkanlı, ilk günden beri vakur, ilk günden beri “ben buradayım” diyordu. Galatasaray maçında yaşananlar ise sadece bir maç hikâyesi değil, bir adamın karakterinin hikâyesiydi.

Dakikalar ilerlerken nefesler tutulmuştu. Önce Osimen geldi, sonra Icardi… Ama Onana, kalesinde bir dağ gibi durdu. Eliyle değil, yüreğiyle kurtardı o topları. Ve o an, Trabzonspor bir puandan fazlasını kazandı: Bir inancı, bir umudu, bir yeni kahramanı… Sahada ne kadar büyükse, insanda da o kadar mütevazı. Bir bakıyorsun U19 kalecilerinin antrenmanına gitmiş, gençlerle birlikte ter döküyor.

Bir bakıyorsun forma giyemeyen bir arkadaşının omzuna dokunuyor. Sanki diyor ki: “Biz bir takımız, ben yalnızca bir kaleci değilim, bu ailenin bir parçasıyım.” Evet, futbol sahada oynanır ama kalplerle kazanılır. Onana, bugün o kalpleri fethetti. Uğurcan’ın gidişiyle doğan boşluğu, sadece kurtarışlarıyla değil, duruşuyla da doldurdu. Şimdi bordo-mavi şehirde herkes aynı cümleyi kuruyor: “İyi ki geldin Onana.” Kimi oyuncular gelir, oynar, gider. Ama bazıları vardır, iz bırakır. Onana, o izlerden biri oldu bile… Ve o iz, Karadeniz’in dalgaları gibi hiç silinmeyecek.

RECEP ABİ’YE MAŞALLAH!

Mahallemizin neşesi, dostluğun en güzel hali...
Recep abi, o her zamanki güler yüzüyle yine aramızda çok şükür.
Küçük bir nazar değmişti sadece...
Ama bilirsiniz, bazı insanlar vardır; onların yokluğu bir an bile hissedilse, mahallenin rengi solar, sohbetin tadı kaçar.

Fatih Devlet Hastanesi’nde, Nöroloji Uzmanı Dr. Sema İpek’in şefkat dolu elleriyle yeniden hayata gülümsedi Recep abi.
Geçen gün hastanedeki odasında ziyaret ettim onu. Yanımda yıllarca Trabzonspor’un kulüp doktorluğunu yapmış, sonra yöneticilik görevinde bulunmuş, ortopedinin gönül insanı Dr. İhsan Alioğlu da vardı.

Recep abiyle İhsan hoca, eski günleri anlattılar…
Her kelimede bir tebessüm, her anıda bir samimiyet vardı.
Sanki o günlere kısa bir yolculuk yaptık birlikte.

O an anladım ki; insanı ayakta tutan bazen ilaç değil, dostun varlığıdır.
Recep abinin yüzünde o tanıdık ışık, o yaşama sevinci yeniden parlıyordu.

Kısa zamanda işinin başına dönecek inşallah…
Çünkü o, çalışmadan duramaz.
O, insanlara faydalı olmayı kendine görev bilmiş yüce bir gönül insanı.

Dualarımız onunla.
Allah, Recep abiye sağlık, huzur ve uzun ömür versin.
Çünkü bazı insanlar, bir mahallenin bereketidir.
Onlar varsa hayat güzeldir…

Maşallah Recep abi!
Varlığın, dostluğun, tebessümün daim olsun…

BİR TÜRKÜ BİR YÜREK

Bazı akşamlar vardır; bir Türküyle başlar, bir yürekle büyür.


İşte o akşamlardan biriydi… Akçaabat’ın kalbinde, dostluğun, müziğin ve memleket sevdasının aynı masada buluştuğu bir Cuma gecesi. Süleyman Şal ve yol arkadaşlarının yürek emeğiyle kurulan Akçaabat Halk Oyunları Müzik ve Spor Derneği (AHOM), sadece bir dernek değil; adeta bir sevda durağı olmuş. Her Cuma akşamı, sazın, sözün ve insanlığın en samimi hâli burada can buluyor. Salona adım attığınız anda sizi karşılayan sıcaklık, bir dernek etkinliğinden çok, sanki köydeki eski bir düğünün ilk saatlerini hatırlatıyor. Kimi bağlamasını akord ederken, kimi çayını karıştırıyor. Bir köşede kemençenin sesi ısınıyor, diğer yanda darbuka usul tutuyor. Derken, ışıklar yumuşuyor ve sahnede o sihirli an başlıyor…

Bağlamalarda Ertan Yılmaz, Turan Topsakal, Mustafa Zorla, İsmail Köse, Ömür Öztaş ve Samet Öksüz, söyledikleri türkülerle parmak uçlarıyla sazlarının teline dokunduklarında memleketin rüzgârını salona taşıyor. Kemençelerde Üzeyir Karaduman ve Ercan Kasım, Karadeniz’in hırçın dalgalarını dile getiriyor. Darbukada Ali Yıldırım, yüreklerin ritmini tutuyor. Ve Fatma Diber ve Üzeyir Karaduman kemence havasında söyledikleri Karadeniz Türküleriyle bir anda salonun havası değişiyor. Onlar, Karadeniz türkülerini sadece söylemiyor; her dizesine bir hikâye, her notasına bir yürek koyuyor. Sesi, dağlardan esen rüzgâr kadar güçlü, bir annenin duası kadar içten. Türküler yükseldikçe, izleyenlerin yüzlerinde o tanıdık ışık beliriyor. Ayaklar durmuyor, horon halkası genişliyor.
Bir yanımızda neşe, bir yanımızda özlem. Çünkü orada sadece müzik çalınmıyor, bir kültür yeniden nefes alıyor.

Gecenin sonunda gözlerde aynı parıltı, dudaklarda aynı cümle vardı:
“Ne güzel ettiniz de bu sesi diri tuttunuz.” AHOM, bir dernek olmanın ötesinde, yitip giden değerlere tutulmuş bir kandil gibi yanıyor Akçaabat’ta.
Ve o ışık, her Cuma gecesi biraz daha büyüyor… Teşekkürler AHOM… Teşekkürler bu toprakların sesine sahip çıkan yürekler… Çünkü biliyoruz ki, bir türkü söyleniyorsa, bu topraklarda hâlâ umut var.