Ben diyeyim “Hiç kimsenin”, siz söyleyin “Trabzonsporluların bile” tahmin edemediği bir başarı tablosu ile karşı karşıyayız. Yönetimin, “Yerinde transferleri”; Fatih Tekke’nin, “İsabetli Dokunuşları”;

Futbolcuların, “Her geçen hafta yükselen formları” takdire değer, teşviği ise gerektirir hale getirmiştir.

Bunun niceliği az, ama niteliği fazla olan Trabzon’da da muhatabı Trabzonspor taraftarıdır.

Hiç uzatmaya gerek yok.

Pazar günü Beşiktaş ile yapılacak maç, başarıyı zirveye daha da yaklaştıracaktır.

Tüm taraftara düşen görev de, tribünde yerini yeni formalarla yer alıp, takımına maddi ve manevi destek verdiğini sergilemektir.

Yani sadece sözle tezahürat yetmez. Gözlerde de desteğin tam olması lazım.

Bunun kanıtı da herkesin formalı olarak tribünde görülmesidir.

Ziya Paşa’nın dediği gibi:

“Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.”

HA SÜRESİ GEÇMİŞ GIDA ÖLDÜRÜYOR! HA BOYALI ÇAY!

Süresi geçmiş gıdaların nasıl zehirlediğini son zamanlarda sıkça yaşadık.

Çünkü anında kendini belli edip, kimilerini hastaneye, kimilerini de mezara taşıdı.

Ama anlık olmasa da bazı gıdalar var ki, zaman içinde insanları hastaneye, sonrasında da mezara taşıyor.

Örnek mi?

İşte kimilerinin “Boyalı”, kimilerinin “Glikozlu” dedikleri atıklardan üretilen çay olmayan ama çay diye yutturulan, içtirilen çaylar…

Evet kelimenin tam anlamıyla “Yutturulanlar!”

Gübre ve yakıta dönüştürülecek diye yutturup, sahtekarların boya, glikoz ve ekstratla “Tavşan kanı, demli” hale sokulan atıkları satarak yutturanlar…

Sonra da bunları özellikle çay ocakarında kullanarak kanserin başlama vuruşunu yaptıranlar…

Ve de, görevi “Kamu sağlığını korumak” olan ama tüm bunları seyredenlerin “Görevi ihmal eylemeleri!”

Bir de güya ekonomideki haksız kazanımları önlemek için kurulmuş Rekabet Kurumu’nun çayda seyirci durumunda olması var.

Sanırım, çayda olup bitenler iştigal alanına girmiyor!

Ezcümle: Deveye “Neden boynun eğri?” diye sormuşlar; “Nerem doğru ki?” demiş!

ELDE DEĞİL, CEPTE!

Sanırsınız ki, “Paradan söz ediyorum.”

Öyle ya; “Para ya pantolunun cebinde, ya da ceketin cüzdanın da taşınır.”

Yok yok! Paradan değil, telefondan söz ediyorum.

Hani adını zikrederken “CEP” dediğimiz, ama uygulamada “EL” de bulundurduğumuz telefon var ya; ondan söz ediyorum.

Yani teorisi ile pratiği farklı olan bir iletişim aracından!

Dahası trafikte kullanılması yasak olup, hatırı sayılır miktarda da para cezası olan telefondan…

Ancak, “trafikte” dedik isek herkese yasak değil!

Sadece araç kullananlara yasak.

Mesela trafik sayılan yaya kaldırımlarından geçerken allana-sallana yürürken, dünya ile irtibatını koparan insanlar için geçerli değil bu yasak!

Onlara, “Her yol, her uygulama serbest.”

Bu iş niye böyle mi oluyor?

İş baştan yanlış da ondan!

CEP’te olması gereken telefon EL’de olur ise olacağı budur!

DÜNDEN BUGÜNE

Birbirimizi anlayabilmek

Toplum halinde yaşayabilmek, zor olduğu kadar da kolaydır.

Her şeye “Ben” merkezli bakarak, “Herkesle birlikte olacağım” diyemezsiniz.

Bazen çok karmaşık ve zor gibi görünen, kentteki birlikte yaşamayı, “Ortak paylaşım alanında birlikte olduklarınızın yerine kendinizi koyup, düşünmeye başlayarak” basit bir hale getirebilirsiniz.

Basit yaşamın sorunlarını çözmekte aynı zorluk derecesindedir..

Bunun için aklımızdan eksik etmeyeceğimiz temel hareket tarzı, “Sınırsız özgürlük yoktur. Benim özgürlüğümün sınırı karşımdaki ya da yanımdakinin sınırına kadardır” diyebilmektir.

Kendi özgürlük alanınızdaki sınırlar size yetmiyorsa, o takdirde, ortak alanlarda buluşacaksınız. Ama o alanların kurallarını paylaştıklarınızda birlikte koyabilmeyi, toplum halinde yaşamanın ilk kuralı olarak başarmak zorundasınız.

Bunun için de, öncelik “Birbirinizi anlayabilmektedir.”

Aksi takdirde, paylaşmaya çalıştıklarınız, “Ben ateşim içindeyim. Sen derede yıkanıyorsun” diyorlarsa, toplum, millet ille de insan bile olamazsınız. 11 Aralık 2005

KISSADAN HİSSE

Yavuz Sultan Selim, tebdil-i kıyafetle Kuşlar Çarşısı’nı gezer.
Burada, avcılar avladıklarını; tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar.
Bir ara Yavuz Sultan Selim’in gözü kekliklere ilişir…


Bir grup kekliğin kafesinin üzerindeki yazıda “Tane işi satış, fiyatı 1 altın” yazıyor.
Hemen yanı başlarında, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılıyor…

”Hayırdır” der satıcıya ve sorar:
“Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?”
Satıcı, ”Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor” der.
Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar” diye de ekler.
Padişah ”Satın alıyorum” der ve 500 altın verir.


Parayı verir ve hemen oracıkta kekliğin kafasını koparır.
Adam şaşırıp, ‘‘Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi” diye dövünürken; Padişah gürler: “Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç ölümdür.