Trabzonspor, Göztepe karşısında öyle bir 80 dakika oynadı ki, sahanın her köşesinden bir mesaj yükseldi: “Bu takım bitmedi, yeniden başlıyor!”
Kısıtlı imkânlara, dar kadroya ve sezon boyunca yaşanan tüm zorluklara rağmen ortaya konan akıllı, cesur ve dirayetli oyun; sadece üç puanın değil, geleceğin Trabzonspor’unu da müjdeledi. Bordo-mavili camia uzun zamandır ilk kez bu kadar net bir ışık, bu kadar temiz bir umut gördü.
Bu direnişin, bu karakterli duruşun mimarı kuşkusuz Fatih Tekke.
Onun sakin adımlarının gerisinde, futbol aklıyla ördüğü bir yapı; cesaretiyle mayaladığı bir takım var.
Tekke, sahadaki her detayda “Ben buradayım” demez ama takımı onun adına söyler. Trabzonspor’un yeniden silkelenişi, yeniden doğruluşu onun eseridir. Bu yüzden takdiri değil, alkışı hak ediyor. Formayı terleten her oyuncudan aynı ruhu, aynı mücadeleyi ve aynı performansı her maçta bekliyoruz. Çünkü bu takım bunu yapabilecek güçte olduğunu gösterdi. Ve gösterdikçe de zirveye yaklaşıyor. Galatasaray 36 puandayken Trabzonspor 34 puanla ensesine yapıştı; nefesi tepede hissedilmeye başladı. Bordo-mavililer eski ayarlarına, özlediği kimliğe dönüyor; rakiplerine hatırlatıyor:
“Bizi silmek kolay değil.”
İşte özlenen görüntü bu…

Takım olmayı başaran, mücadeleyi bırakmayan, birbirine omuz veren bir Trabzonspor sahada. Her geçen gün üzerine koyan, daha çok inanan, daha çok isteyen bir ekip… Ve o ekip, Trabzon şehrinin yüreğinde yeniden büyük bir yangın yakıyor: Umut yangını, hırs yangını, şampiyonluk yangını…
Trabzonspor, kendi hikâyesini yeniden yazmaya başladı. Bu kez kalemi daha sağlam tutuyor, sayfaları daha kararlı çeviriyor. Ve sanki bu hikâyenin sonunda, yıllardır beklenen o güzel günlerin ayak sesleri daha da yaklaşmış gibi…
FORMALARINIZI GİYİNİN, TRİBÜNLERİ ŞENLETİN
Pazar günü Akyazı’da oynanacak maç, yalnızca doksan dakikalık bir mücadele değil… Bir şehrin yeniden ayağa kalkışı, binlerce yüreğin aynı anda atışı, Trabzonspor’un tarihine bir çizgi daha ekleyişidir. O çizgiyi kalınlaştıracak olan ise sahadaki 11 değil, tribündeki 40 bin Bordo-Mavili yürektir.
Biletler tükendi… Şimdi görev tribünlerde.
Her taraftar, sırtına Bordo-Mavi’yi geçirmeli. Kale arkası, maraton, protokol… Hiç fark etmez. Akyazı’nın her köşesi aynı renge boyanmalı. Çünkü Trabzonspor forması yalnızca bir kumaş değil; bir şehrin geçmişi, gururu, mücadelesi, inancıdır.
O formayı giyen sadece tribüne çıkmaz; bir davaya dahil olur.
Unutmayın…
Bu takımın kaderi, tribünlerin nefesiyle değişir.

Bu şehrin kalbi, aynı anda çarpmaya başladığında; Akyazı bir stadyum olmaktan çıkar, rakiplere karşı bir duvara dönüşür. Trabzonspor, yalnızca sahada değil, tribünde de kazanır; bunu bu şehir herkesten iyi bilir.
Beşiktaş maçı öncesinde çağrı nettir, açıktır, gönülden gelir:
Yeni formalarınızı alın, giyin, kulübünüze destek olun.
Her forma bir katkıdır, her tezahürat bir omuz, her alkış bir inançtır.
Haydi Trabzon…
Bu pazar, rengini kuşan.
Formaları giyin, tribünleri şenletin.
Akyazı yine tarihe bir not düşsün;
Bordo-Mavi bir destan daha doğsun.
SÖZÜN TÜKENDİĞİ YERDE
Galatasaray-Samsunspor maçının son anlarında yükselen itirazlar, ardından TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun yüksek perdeden gelen sözleri…
Bu ülkede konuşan çok ama gereğini yapanın sesi ne yazık ki yıllardır duyulmuyor.
Millet artık nutukla değil, adaletle nefes almak istiyor.
Hakem düzeni denilen o karmaşık yapı, Anadolu'nun tertemiz kulüplerini her hafta başka bir bilinmeze sürüklüyor. Aynı yarayı yeniden kanatan kararlar, aynı sorular, aynı suskunluk… Ve insan kendi kendine soruyor:
Bir oyunun adaletini korumakta gösterilmeyen irade, başka alanlarda nasıl oluyor da bambaşka bir enerjiye dönüşüyor?
Futbol elbette bir oyundur.
Ama adaleti yoksa, gölgede oynanan bir tiyatrodan farksızdır.
Adaletin mumla arandığı bir ülkede sorun sadece hata değil; bir yorulmuşluk, bir tıkanmışlık, bir çözülüş kokusudur.

Başkanlık koltuğu ağırdır.
O koltukta oturan kişi lafı değil, iradeyi taşır.
Ya masaya yumruğunu koyarsın…
Ya da fark etmeden o masanın sessiz bir parçası olursun.
Bu millet masal dinlemekten yoruldu.
Gemiyi yürüten söz değil, icraattır.
Kılıç gibi keseceksen kes; adalet dağıtacaksan göster.
Yok eğer gereğini yapamayacaksan…
Kimseyi umutlandırma, kimseye hikâye anlatma.
Sözün tükendiği yerdeyiz başkan.
Bu saatten sonra konuşmak değil, cesaret etmek zamanı.
Türk futbolu sahici bir temizliğe susamış…
Ve o temizlik, dudaklardan değil, iradeden doğacak.
ADALET SOYUNMA ODASINDA BIRAKILIRSA
Türk futbolu yıllardır aynı sahnenin içinde dönüp duruyor…
Bir tarafta ekrana çıktığında kırmızı ışıkla birlikte taraf değiştiren şakşakçı kalemler; diğer tarafta her düdüğü tartışma yaratan, her kararı kuşkuya boğan bir hakem düzeni. Ve o düzenin ortasında, haftalardır aynı yüzler, aynı kararlar, aynı güvensizlik… Zorbay’ı, Arda’yı, Halil Umut’u, Cihan’ı, Atilla’yı, Ali’yi, Ümit’i, Erkan’ı, Özgür’ü, Koray’ı bu ülkenin futbol hafızası artık ezbere biliyor.
Bir pozisyon geçti mi herkesin zihninde aynı soru beliriyor:

“Bu kez ne çıkacak?”
Düdük çalıyor ama vicdan çalmıyor.
Pozisyon bitiyor ama şüphe bitmiyor.
Tribündekiyle ekran başındaki aynı cümlede buluşuyor:
“Bu böyle gitmez.”
Çünkü mesele sadece yanlış karar değil;
yanlışa bile inandırmayan bir güven boşluğu.
Saha çizgilerinin içinde çalınan düdük değil artık; seyircinin sabrı, kulüplerin umudu, futbolun itibarı çalınıyor. Masumiyetine kefil olabilen yok bu yapının… Adaletin tartıda eşit durduğuna inanan da. Kural aynı, oyun aynı, hakem aynı ama kader hep aynı tarafa yazılıyor. Bu yüzden kaybeden bir takım değil; kaybeden bir ülkenin futbol vicdanı oluyor.
Herkes biliyor, kimse söylemekten kaçmıyor artık: Bu düzen değişmeden, kim sahaya çıkarsa çıksın, adalet hep soyunma odasında bırakılıyor.
Ve unutmayalım… Adaletin olmadığı yerde maç bitmez; sadece umut biter.
AFOROZDAN ALEV ALEV PARLAMAYA UZANAN YOL
Trabzon’a adım attığı ilk günlerde yüzündeki şaşkınlık, sahadaki tutuklukla birleşince, kısa zamanda taraftarın da gazetecilerin de hedefi hâline gelmişti Ernest Muci… Sergen Yalçın’ın Beşiktaş’ta kapıyı kapattığı, Fatih Tekke’nin “Bana lazım” diyerek kapıyı araladığı bu genç delikanlı, ilk haftalarda ne yapsa olmuyor gibiydi. Hatta kabul edelim; ona kalkan ellerin arasında bizim parmak izimiz de vardı.
Ama futbol, üç haftada adam harcamayı değil, sabretmeyi bilenlere gülümseyen bir oyun. O sabrı gösterdi Trabzonspor. Başkan Ertuğrul Doğan da transfer masasındaki tereddütsüz tavrıyla “Bu çocuğa güveniyorum” mesajını en baştan vermişti. Zaman kim haklıymış gösterdi.
Derken bir anda… Sanki şehrin bütün elektriği ona bağlandı, Muci trafo gibi patladı! Baş Akşehir’e attığı iki gol, Konya’da sergilediği soğukkanlı son vuruş, en son Göztepe filelerine bıraktığı iki imza… Bunlar sadece rakamlardan ibaret değil; bir oyuncunun kendini yeniden ispat etme hikâyesinin kilometre taşları.
Muci artık her driplinginde “Ben buradayım” diyor, her golünde “Beni bir çırpıda silenlere selam olsun” diye fısıldıyor sanki. Top ayağına geldiğinde tribünlerde bir kıpırtı, rakipte bir huzursuzluk, takım arkadaşlarında bir güven oluştu. Çünkü belli ki bu çocuk, özgüven dediğimiz o görünmez zırhı üstüne geçirdi.
Elbette futbol bugün parlayan yarın sönüveren bir ateş. Ama Muci’nin yaktığı ateşin bir farkı var: İçinde bir öfke, bir ispat arzusu ve biraz da aforoz edilmenin buruk gururu taşıyor. İşte bu üçlü, bir oyuncuyu ya bitirir ya büyütür. Muci ikinci yolu seçmiş gibi.

Şimdi herkesin beklentisi aynı: “Hiç bozma Muci… Aynı çizgide devam et.”
Eğer böyle sürerse, sezon sonunda Trabzonspor’un kazancı yalnızca goller değil, karakteri parlayan bir futbolcunun hikâyesi olacak. Ve belki de herkes dönüp şu cümleyi kuracak: “Demek ki bazı oyunculara üç hafta değil, biraz gönül sabrı gerekiyormuş.”