1 Ocak’ta “Dün” diyerek bir günü değil, bir yılı geride bırakmış olacağız. Gün gelecek 31 Aralık’ın bir gün sonrasına “Yarın” diyerek bir yıla daha başlayacağız. Adeta “Kısır bir döngü” değil mi? Öylesine bir döngü ki, gelen gideni aratıyor mu? Aratmıyor mu? Değerlendirmeyi tamamlayamadan, bir sonraki yıl geliyor.
Ne yapacağız?
Ne yapalım?
Çeyrek asırdır, tuşlara dokunup sıraladığım, sonrasında gazete sayfalarına yerleştirdiklerime, yani dünkülere göz attım.
Bugünü de tamamen “Dünden Bugüne” dediklerime ayırdım.
İşte onlar.
DÜNDEN BUGÜNE-1
Neleri hatırlayacağız?
Bundan tam tamına 20 yıl önce, 1 Ocak 2006’da sonu 5’e biten bir yılı geride bırakıp, 6 ile bitecek olan için neler yazmışız?
Duygularımıza hapsettiğimiz hayallerimiz, umutlarımız aradan geçen 20 yılda ne kadar değişmiş?
20 yıl kazandırmış mı? Kaybettirmiş mi?
Ya da “Aynı hamam, aynı tas” misali değişen bir şey yok mu?
“Şapkayı önümüze koyarak” düşünmek ve değerlendirmek lazım.
İşte o, “Neleri hatırlayacağız?” başlığını attığımız “Dünden Bugüne” sirayet eden yazı.
*
Ümit Yaşar’ın “Işık hızıyla geçti zaman, daha da derinleşti bende hatıran” dizeleriyle akıp giden zaman canavarı, tarihleri o kadar hızlı övütüyor ki!
Suyu bir kenara bırakarak, elektrik enerjisine kendini emanet eden değirmen gibi…
Zamanı tüketen değirmenin dişlileri arasında, daha üstünden bir gün bile geçmemiş olmasına rağmen, 2005’in kırıntıları bile kalmadı.
O şimdi 2006’yı daha hızlı öğütmenin çabası içine çoktan girdi bile!
2005’in ilk günü dün gibiydi. 2006’nın son günü ise yarın gibi olacak.
Geri bıraktıklarımız, 2005’in kendinden öncekilerden devraldıkları ve üzerine ilave ettikleri dosyalar mı?
Kimini hakim kararıyla, kimini cüzi iradenin kullanımıyla kapatmış gibi olsak da, onların izleri, kapanmayanların etkileri 2006’da bizi beklemiyor mu?
Geride kalan tarih için neyi hatırlayacağız?
Kapattığımız dosyalarımı? Yoksa kapatmaya çalışacaklarımızı mı?
Kapalı kapıların ardındaki masaların üzerindeki ekranlara bağlayarak, “Her şey onun içinde” dediğimiz, bizim “yalan söylemeyen” gözlerimizi buluşturmayan bilgisayarlara hangisini “sanal alem” diyerek yükleyeceğiz.
“Paraya esir olanların” yarattığı kirli dünyada, kapalı kapılar ardında bilgisayar ekranlarına kendini hapsedenlerin giderek arttığı “Sanal bir alem” ile insancıl değerlerimizi hepten mi kaybedeceğiz?
Geçmişe bakarak; Neleri hatırlayacağız?
Herhalde yaşamadıklarımızı!
Çünkü yorgun beden ve yoğun beyinlerimizi tekrar yapma yerine, “yaşadıklarımız” olan yenilere tahsis etmek en doğrusu olacaktır.
DÜNDEN BUGÜNE-2
Amin’in dozu arttı!
Bundan tam tamına 13 yıl önce 29 Aralık 2012’de “En gür ‘Amin” alan dua” başlığı atarak şöyle yazmışız:
*
Kaç zamandır dikkatimi çekiyordu. Bu bayramda da seslendirilince yazmaya karar verdim.
Camilerde Namaz sonrası hocaların nakarat gibi eksik etmedikleri bir dua vardır.
-“Dertlilere deva, hastalara şifa, borçlulara eda nasip eyle Yarabbi.”
Peki imamın duasında en çok hangisi cemaatten en gür sesle “Amin” alıyor?
Dertlilere deva mı? Hayır!
Hastalara şifa mı? Hayır!
Borçlulara eda mı? Evet!
Halkın ekonomik durumu hakkında bundan daha iyi anket olabilir mi?
Allah’ın huzurunda, yalansız dolansız, bir dua mı? Yoksa feryat mı?
Ekonomiyi yönetenler, halkın durumu ile ilgili “Camiden alın haberi!”
DÜNDEN BUGÜNE-3
Ay ve aylık…
1 Ocak 2009’da dile getirmiş, yazıya dökmüşüz. O zaman maaşı alamama üzerine idi, şimdi düşük alma söz konusu…
İşte o yazı.
*
Malumunuzdur. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de “aylık” denilerek çalışanlar ücret ve maaşlarını aydan aya alırlar.
Gerçi, son yıllarda, alamayanların sayısı her ay 40-50 bin artıyor ya!
İşte bu nedenledir ki, çalışanlar cepleri para görsün diye “aybaşını” sabırsızlıkla beklerler.
Gerçi o da çok eskidendi ya…
Kıssadan hisse:
Cemal Nadir, Bursa’da özel bir okulda resim öğretmenliği yapıyordu.
Uzun zamandır aylık alamayınca, üstada okul müdürü sordu:
-Bugün ayın kaçı?
Üstat gülerek, “Kırk biri efendim” dedi.
Müdür şaşkın; “Ayın kırk biri olur mu?
Üstat sıkılarak; “Vallahi kırk bir gündür maaş alamadık da!”
DÜNDEN BUGÜNE-4
Bu denli berbatlık…
30 Aralık 2013’de içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeyi, durumu satırlara dökmüşüz.
Bakın ne demişiz?
*
Her yönü ile berbat bir yılın son günlerini, berbat bir şekilde yaşıyoruz.
İnanın, Allah’ın Kitap’ındaki insan tarifinden baktığımda, “istisnalar kaideyi bozmaz” dedirtecek kadar genelde, amacından çıkmış, rayından sapmış bir topluluk içinde cebelleştiğimiz bir yılı geride bırakmak üzere olduğumu düşünüyorum.
“Sapla samanı” mumla aratacak derecede her şey birbirine karışmış… Ortalık toz duman…
Hava sisli puslu, sular hep bulanık!
Hem de tepeden tırnağa, Ankara’dan Sarp’a kadar…
Kulun kula saygısını bırakın, kulda sevgiyi dayanan Allah korkusu bile kalmamış.
“Hele bir ölelim de orada bakarız” dercesine adeta ahrete ciro edilmiş!
Sebep mi? O kadar çok ki!
Ama kitap okuma oranı ile dünyanın en düşük ülkeleri arasında yer alan, bırakın birbirini dinlemeyi, bileni bile susturmaya çalışmada zirveyi kimse bırakmayan, ama her ne hikmetse “Her şeyi bilen” bir Türkiye toplumu… En başa da yazsam yazsam siyaseti, siyaset adamlarını ve siyaset yaptıklarını sananları yazarım.
Öylesine bir siyaset anlayışı ki bizimki; baştaki; “Ben dersem doğrudur”, alttaki ise “Benimki ne derse doğrudur” kısırlığına, yanlışına çakılmış kalmış…
Söz konusu Allah’ın “kul” dediği, demokrasinin “birey” saydığı, hepsinden öte “insan” diye tarif edilen olunca, bu kadar berbat bir çakılma, bu denli bir yanlışa biat etme nasıl olur?
Ya da nasıl oluyor?
İnşallah yarından sonra olmaz!