İnsanoğlu, dünyayı yeniden kurmaya yönelik bir amaç gütmese de karanlık dehlizlerini aydınlatmak, kendi dünyasını yeniden kurmak için bir mum yakma çabası içinde hep olagelmiştir.
İlgi duyan, soru soran, sorularına cevap bulamayan herkes, farkında olmasa da felsefenin uğraş alanına bir şekilde girmiştir. Kâinatı, insanı, varoluşu anlamlandırmaya yönelik bitmek bilmeyen sorularına cevap aramıştır.
Felsefe, Antik Yunandan beri sadece seçkinlerin değil merak duyan herkesin kafa yorduğu bir alan olmuştur.
Batı’da Sokrates “bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken, Doğu’da Şeyh Muhiyeddin Arabî “bilmediğini bilmeyen kimse iki cehaletin sahibiyken, bilmediğini bilen kişi, tek bir cehalet sahibidir” demiştir.
Tarihin ve coğrafyanın ötesinden filozofların birbirlerine yaptıkları göndermeler ışığında cevaplar bilgi, hakikat ekseninde karşılık bulmuştur. Bilmek, anlamak, mana vermek felsefenin hep kızıl elması olmuştur.
Dünyanın farklı coğrafyalarında, kültürlerinde, inançlarında felsefeci hep bir ışığın, arayışın, idealin peşinde koşmuştur. Felsefeci koşullandığımız ön kabulleri aşması hatta bozması nedeniyle kimi zaman istenmeyen, günahkâr ilan edilmiş kimi zaman da alay konusu yapılmıştır.
Barış Manço’nun “Sözüm Meclisten İçeri” albümünde esprili bir ironik edayla seslendirdiği “Cacık” şarkısında olduğu gibi açmazlar, tüneller, dehlizler içerisinde ışığı arayan adamdır.
“Derdim öylesine büyük ki dostlar
Kırka yarıp yine kırka bölseler
Ve kırk bostana gübre diye serpseler
Kırk bin tane ot biter de
Kırk bin derde deva olur diyorum”
Trabzon Lisesinde Adem Solak hocanın girdiği felsefe dersiyle ilk tanıştığımızda, kendimi “bir garip bencileyin” gibi hissetmiştim; ta ki ünlü düşünür, felsefecisi, şarkıcı MustafaTopaloğlu’nun “aklın varsa kendine sakla” sözleriyle başlayan “Felsefe Yapma” türküsüyle mülaki olana kadar.
Felsefenin bizleri derin kuyulara attığı ya da çıkardığı dönemin meşhur türküsü “Felsefe Yapma” esasında tartışılan mevzunun uzatılmaması, kapatılmasına yönelik bir aforizmadır. Topaloğlu’nun “Uzaydan gelmedik ki dünyalıyız biz” sözlerinden sonra “uzaylıyım” çıkışları ile bir arayış içinde olduğunu, uzun bir tünele girdiğini ve henüz çıkamadığını anlıyorduk. Sonrasında ne hikmetse yine bizim bölgeden çıkmış şarkıcı Yusuf Güney’de benzer şeyler söyleyince içtiğimiz suda, soluduğumuz havada, bellediğimiz toprakta mı acaba bir şeyler var diye işkillenmedik değil. Tamam zamanında inadına çok çay içtik ama Çernobil faciasının üzerinden geçeli epey olmuştu.
Âdemoğlunun içinden çıkamadığı çok basit, sade olabileceği gibi çok karışık denklemler üzerine felsefe ya da din takviye kuvvet olarak arz-ı endam etmiş, hakikatın peşine düşmüşlerdir. Din hakikatın bizatihi kendisi olduğunu iddia ederken felsefe hakikatın peşinde olduğunu iddia etmiştir.
Felsefe öteden beri dinin sahip olduğu muhtevaya yakın alanda faaliyet gösterdiğinden, her zaman geleneksel çevrelerin ‘lüzumsuz iş’ eleştirisine her zaman maruz kalmıştır. Ezber bozan çıkışlar, fikirler, ‘icat çıkarma’ diyerek savsaklanmıştır. Bu dışlayıcı tutum, felsefecileri, özellikle genç heyecanlar ve arayışlar nezdinde daha bir cazibe ve ilgi odağına dönüştürmüştür.
Her iki bilgi alanı kaynak ve dayanakları, amaçları, işlev ve yöntemleri bakımından farklıdır. Çıkış zeminleri ve farklı mahiyetleri sebebiyle hitap ettikleri alana, insana, ilişkilerine ve düzene dair çoğunlukla farklı yorum getirmeleri de son derece normaldir. İnsanların eksikliğinden ya da çarpıklığından şikayetçi oldukları ahlâk, eşitlik, erdem, adalet gibi konularda Tanrı’yı önceleyen dine göre felsefe daha rasyonel cevaplar üretmiştir.
Modern zamanlarda hakikatin izinde değil havucun ucundaki sopanın peşinde koşanların sayısı hızla artmaktadır. Hakikatin değil gücün peşinde koşar olduk. Haklının değil, güçlünün çıkardığı seslere teslim olduk. Haklıya karşı kör, sağır olduk.
Felsefecilerin rasyonel açıklamalarından ziyade yanlış rol modellemelerin dinden uzaklaşmaya deizmin, ateizmin rağbet görmesine neden olduğunun farkında mıyız? Açıkçası bilmiyorum.
Zemin o kadar müsait hale geldi ki “Delidir ne yapsa yeridir felsefecidir ne söylese doğrudur” şaşkınlığıyla ağzımız açık onları dinliyoruz. İlahî olandan kopuşları ne yazık ki seyrediyoruz.
Seküler dünyada din felsefeye mesafeli hatta karşı durmakta, felsefe ise ilahtan yoksun ya da ilahı devre dışı bırakmış projelerin zihinsel zeminini hazırlamaktadır.
Binaları inşa ederken insanları ihya etmeyi ihmal etmemiz sebebiyle öncelediğimiz değerleri arka plan atmakta, semboller ve sloganlarla yola devam etmenin konforuna aldanarak içine sürüklendiğimiz dehlizlerden çıkamamakta hatta yanlış koridorlara sapmaktayız.
Hele de gözle görülmeyen, duyulmayan yaratıcıyı akıl, mantık çizgisinde bulmaya ya da açıklamaya çalışmak dinin bu tartışmalarda hep bir adım geride kalmasına neden olmaktır. Dinin bu yarıştan galip çıkması çok muhtemel değil. Esasında dinin de böyle bir zorunluluğu ve gayesi de yoktur.
İşin özü “inanırsın ya da inanmazsın” ikileminde yatmaktadır.
Batıya öykünüp içimden “Böyle buyurdu Zerdüşt” demek çok fiyakalı gelse de “Böyle buyurdu Topaloğlu” felsefe yapma...