Trabzonspor gemisinde fırtına var. Dalgalar büyük, rüzgâr ters, dümen sallanıyor. Ama herkesin gözü bir kişide: Kaptanda. Uğurcan’da.

Başkan Doğan net konuştu:
“Uğurcan, Trabzonspor’un kaptanıdır, vermeyeceğim.”
Bu bir deklarasyondu, son sözdü. Lakin yetmedi.
Birileri hâlâ bu yarayı kaşıyor. Kaşıdıkça derinleşiyor. Sosyal medyada, kahvede, tribünde herkes konuşuyor. Ama konuşması gereken susuyor.
Kaptan konuşmadıkça bu yara kapanmaz.
Ya "gideyim" diyecek, ya da "ben Trabzonspor’un kaptanıyım" diyerek tokadı masaya vuracak.
Ortada dolaşmak yok. Taraftarın yanına gidip selfie vermekle olmaz bu iş. “Ben buradayım” demekle kaptan olunmaz. Kaptanlık duruş ister, durduk yere susmak değil.
Bu belirsizlik en çok Trabzonspor’a zarar verir.
Yarın bir gün bir maçında yediğin bir golde, yanlış bir pasında, tribün ayağa kalkarsa şaşırma. Çünkü gemide kaptanın sesi çıkmazsa, herkes konuşur. Herkes dümeni ele almak ister.
Mesele transfer değil, mesele duruştur.
Uğurcan bu kulübün evladıysa, bu şehrin çocuğuysa çıkacak, mikrofonun başına geçecek.
“Ben gitmiyorum” derse biter.
“Gitmek istiyorum” derse yine biter.
Ama susarsa, yara büyür.
Bu yara bir gün kangren olur, keserler kolunu. O yüzden Uğurcan’ın birinci ağızdan, net, şeffaf ve delikanlı gibi konuşması şart. Ne başkana, ne menajerlere, ne sosyal medyaya bırakılacak bir mesele değil bu.
Bu şehir ne futbolcuyu unutur, ne de onun duruşunu.
Ya kaptan gibi kalırsın, ya da veda ederken bile iz bırakırsın.
Ama unutma Uğurcan…
Kaptan konuşmadan bu gemi limana varmaz.


KART DEĞİL VEFA YAZIYOR ÜZERİNDE!

Bir kart düşünün...
Ne bir banka logosu var üstünde, ne de puan kazandırıyor market alışverişlerinde...
Ama öyle bir ağırlığı var ki, altında yılların alın teri, gözyaşı, terle yoğrulmuş bir sevda yatıyor.
Trabzonspor, yalnızca bir futbol kulübü değildir.
Trabzonspor, Karadeniz’in asi dalgasıdır;
Bir mahallenin tek televizyonunda siyah-beyaz ekranda izlenen ilk gol sevinci,
Bir çocuğun yırtık formasını her akşam yastığının altına koyup uyuduğu o masum rüyadır.
Ve şimdi...
Başkan Ertuğrul Doğan önderliğinde yüreklerde yeniden yanmaya başlayan bir kıvılcım var: TS Black Card.
Sadece bir kart mı?
Hayır!
Bu, Trabzonspor’un yarınlarına kurulmuş bir köprüdür.
Beton değil, çelik değil…
Vefayla, sadakatle, sevdayla örülmüş bir dayanışma köprüsü.
Trabzonspor’un tarihinde alın teri olan eski yöneticilerimize bu satırlar bir davettir.
Bir zamanlar o kutsal koltuklarda ter döken, kararlarıyla yol açan, alınan her kupada imzası olan siz değerli büyüklerimize...
Bu arma için bir kart yeterlidir.
Çünkü bu, “kaç tane aldın” değil; “yanında mısın?” meselesidir.
Bakın, bir şehir değil sadece Trabzon…
Bir efsanenin adıdır!
Ve bu efsaneyi yaşatacak olan da arkasında duran yüreklilerdir.
10 bin kart...
Belki rakamsal bir hedef gibi görünür.
Ama aslında bu; 10 bin umuttur.
10 bin “ben buradayım” çığlığıdır.
Bu çağrıya kulak verin...
Çünkü bu çağrı, sadece bugünü kurtarma çağrısı değil;
Yarınlara, çocuklarımıza daha güçlü bir Trabzonspor bırakma sözüdür.
Gelin, bir kartla başlayalım...
Ama milyonluk yüreklerle bitirelim bu seferi.
Çünkü bu kart, bir sadakat senedidir.
Adına da “TS Black Card” derler!

K A R T-4

GÜVENÇ EFENDİ, AYARIN KAÇMIŞ!

Eskiden futbol oynadın, sonra antrenörlük yaptın, sonra baktın ki bu iş olmuyor, dümeni kırdın ekranlara.
Küçük ekranlarda büyük laflar etmek kolay tabii.
Yaş kemale erse de dil hâlâ kontrolden çıkıyor.
Son kurbanın da Fatih Tekke oldu.
Buyurmuşsun:
"Okay’ı oynatan hocanın diplomasını yırtarım."
İyi de Güvenç Efendi…
Sen ne zaman bu işin diplomasını layıkıyla aldın da başkasınınkini yırtma cesaretini buluyorsun?
Fatih Tekke, bu ülkenin yetiştirdiği en klas santrforlardan biri.
Milli formayı terletmiş, Avrupa’da UEFA Kupası’nı kaldırmış, saha içinde hem gol olmuş, hem asist.
Senin kariyerin mi onun futbolculuğunu tartacak?
Haddini bilmek, yaşla gelen bir meziyettir derler.
Ama sen de o meziyetin kırıntısı yok.
Madem futbol konuşuyorsun, önce konuştuğun insanlara saygı duymayı öğren.
Fatih Tekke, bugün elini taşın altına koymuş, genç oyuncularla mücadele veriyor.
Sen ise yıllardır hiçbir kulübün kapısından geçememiş, klavyeyi mikrofonla değiştirmişsin, tribünden racon kesiyorsun.
Bu millet futbolu da bilir, futbolcuyu da…
Senin antrenörlüğünle ilgili Google bile sus pus.
Ama Fatih Tekke’nin başarılarını yazmaktan klavyeler eskidi.
Senin bu lafların sadece hadsizlik değil, aynı zamanda karakter sınırlarının dışına çıkmaktır.
Ekranda olmak, ekranı kirletme hakkı vermez kimseye.
Yahu sen hâlâ ekranlarda “Ben bilirim” diye dolaşırken, Fatih Tekke her hafta sahada ter döküyor, risk alıyor, taşın altına elini değil, yüreğini koyuyor.
Ve evet…
O Okay’ı da oynatır, başkasını da oynatır.
Kime ne?
Futbolu bilen adam futbolun içinden konuşur.
Sen dışından konuşuyorsun, hem de çok dışından.
Haddini bilmek her meslekte erdemdir, ama bazılarında mecburiyettir.
Ve unutma Güvenç Efendi…
Ekran büyük ama vicdan ekranı daha büyük.
Konuşmadan önce oraya bak!

T E K K E-42


CEBİMDE EKSİK PARA, YÜREĞİMDE TAM ADAM KAZIM KOLOT

Bazı insanlar vardır, parayla pulla ölçülmez.
Kimi zaman bir tebessümle hatırlanır…
Kimi zaman gömlek cebine sakladığı 150 lirayla.
Yıl 1977 ya da 78… Gençliğin tam ortası, yüreğimizin en ateşli çağı.
Sebat Gençlikspor formasını yeni sırtlamışım.
Bir çocuk gibi heyecanlıyım, bir delikanlı gibi inançlı.
Maaşım 750 lira… Arkadaşlarım 600 alıyor ama bizim başkan Kazım Kolot bir gün bana şöyle demişti:
“Maaşını sana verdiğimde sayma evlat… Al, cebine koy!”
Baba sözü gibi geldi o laf.
O günden sonra her maaş günü, parayı aldım, hiç saymadan cebime koydum.
İçimde bir güven, yüzümde huzur…
Ama hayatın da bir huyu var.
Bir gün gelir, cebindeki para eksik çıkar.
O gün de öyle bir gündü.
Maaşlar dağıtıldı. Otobüsün arka koltuğuna geçtim. Parayı çıkardım, cebimde. Saymadan koymuştum ya… İçimde bir ses kıpır kıpır.
Saydım…
Eksik! Tam 150 lira!
Önce kendime kızdım, sonra koltuk aralarına baktım. Ceplerimi didik didik ettim.
Yere eğildim, otobüsün altına bile göz attım.
Yok!
İndim aşağıya, başkan Kazım Kolot’un yanına gittim.
Dilimde ürkek bir cümle:
“Kazım abi, benim maaş eksik.”
Gözlerime baktı, o tanıdık tebessümüyle konuştu:
“Arkadaşların bana senin çok para harcadığını söylediler.
O yüzden senin 150 liranı kestim, gömleğimin cebine koydum!”
O an ne diyebilirdim ki?
Sustum.
Çünkü mesele para değildi.
Biliyorum, herkesten kesecekti o gün.
Ama önce bir bahaneye ihtiyaç vardı.
Ve o bahaneyi en çok bana anlatmak istedi.
Çünkü biz bir takımdan öteydik.
O, bizim başkanımız değil, ağabeyimizdi.
Belki de birçoğumuzun eksik kalan babasıydı.
Hiçbir şey demedim.
Başımı eğdim, otobüse geri döndüm.
Cebimde eksik bir maaş vardı belki…
Ama yüreğimde tam bir adamın izi kaldı.
Yıllar geçti aradan.
Şimdi düşünüyorum…
O gün gerçekten eksilen 150 lira mıydı?
Yoksa o gömlek cebine sakladığı 150 lirayla,
Bir ömürlük hatırayı mı bırakmıştı bana?
Bugün hâlâ o eksik parayı hatırladıkça,
İçimde bir tebessüm, dilimde tek bir cümle dolaşıyor:
“İyi ki tanımışız seni Kazım Kolot…”
Rahmetle… Özlemle…
Adı gömlek cebinde kalan bir vefa gibi:
Kazım Kolot.

Kazim Kolot


150 MİLYONLUK LİG 300 MİLYONLUK HAYAL

Türk futbolu...
Yayın geliri 150 milyon Euro. Ama manşetlerde dolaşan rakamlar sanki Premier Lig defterinden çıkmış gibi:
Bir oyuncunun maliyeti 100 milyon Euro, diğeri 75, öbürü 200...
Bonusu var, menajeri var, vergisi var, taraftara "şov" var.
Peki bu nasıl oluyor?
Gelir 150 milyon, ama harcama sanki 2 milyar Euro lük liglere ait.
Matematik ağlıyor, mantık toprağa düşmüş.
Kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Sonra da Avrupa’da ilk turda elenince “kondisyon eksik” diyoruz.
Eksik olan kondisyon değil kardeşim, akıl!
Yatırım yanlış, planlama sıfır. Kuru bir yıldız tutkusu, menajer oyunları ve yönetici egoları…
Bakıyorsun, Süper Lig kâğıt üstünde Şampiyonlar Ligi gibi...
Ama sahaya çıkan futbol, birinci lig düzeyini zor buluyor.
Kimse demiyor ki: Biz bu filmi daha önce gördük, sonu iflas!
Ne yazık ki Türk futbolu bugün; 150 milyonluk gerçeklerin, 300 milyonluk hayallerle boğulduğu bir rüya fabrikası...
Ve o rüyadan uyanmaya hâlâ kimsenin niyeti yok.

T F F-13


FIRTINA ESTİ GÖZTEPE DİRENDİ!

Haftanın en gergin maçlarından biri İzmir’de oynandı. Göztepe’nin evinde ağırladığı Fenerbahçe karşısındaki oyunu ve mücadele gücü, taraftarlar tarafından takdir topladı. Maça istekli başlayan Göztepe, ilk yarıda oyunu kontrol eden taraftı. Ancak maçın hakemi Yasin Kol’un kararları gündeme oturdu. Fenerbahçeli iki oyuncunun yaptığı sert müdahalelere sadece sarı kart gösterilmesi büyük tepki çekti. Pozisyonlar net kırmızı kartlık gibiydi. Göztepe’nin bir penaltı beklentisi de yanıtsız kaldı. İlk yarıda gol sesi çıkmadı ama tansiyon oldukça yüksekti.

İkinci yarıya da etkili başlayan Göztepe, bir anda 9 kişi kaldı. Hakem Yasin Kol bu kez peş peşe iki kırmızı kart çıkardı. Bu kararlar da tartışmalara neden oldu. Oyunun sonlarına doğru bu kez Fenerbahçe 10 kişi kaldı. Uzatma dakikalarında Fenerbahçe penaltı kazandı, topun başına geçen Talisca mutlak galibiyet fırsatını değerlendiremedi. Göztepe kalecisinin müthiş kurtarışı maçın kaderini belirledi. Maç golsüz tamamlandı: 0-0.

Sonuçta ne futbol ne de taktik konuşuldu; bu maçta en çok konuşulan isim hakem oldu.
İstanbul’da Kasımpaşa ile karşılaşan Trabzonspor, maçın ilk yarısında daha derli toplu görünse de hücumda etkisiz kaldı. Kasımpaşa zaman zaman ataklar geliştirdi, ancak iki takım da gol yollarında sonuç alamadı. Tempolu başlamayan mücadele, ikinci yarıyla birlikte hız kazandı.
Trabzonspor Teknik Direktörü ’nün yaptığı değişiklikler oyunun seyrini değiştirdi. Özellikle Zubkov’un oyuna girmesiyle Trabzonspor’un hücum ritmi değişti. Zubkov’un ceza sahası dışından çektiği şut direkten döndü, pozisyonu iyi takip eden Augusto tamamladı ve Trabzonspor'u öne geçirdi.
Bu gol aynı zamanda maçın skorunu da belirledi: Kasımpaşa 0-1 Trabzonspor.

Fırtına, sezona fırtına gibi başladı. İkinci haftayı da galibiyetle kapatan bordo-mavililer, zirve yarışında "Ben de varım" dedi. Ancak görülüyor ki bu takım, sezonun tamamını taşıyacak bir kadro için birkaç kaliteli, tecrübeli transfere daha ihtiyaç duyuyor. Bu sezon lig de iyi işler yapacağız. 2 de 2 süper bir başlangıç yaptık Efe Kaan ÖZTÜRK


AYDIN VE FAROZ’UN PROFESÖRÜ

Yıllar var ki Aydın Erkaya, gurbette bir ömür sürüyor. Ama ne zaman yaz gelse, sıla çağırır. Eşiyle birlikte valizler toplanır, rotayı Trabzon’a, Faroz’a çevirir. Mahallesinin taşını toprağını, çocukluğunun izlerini, en çok da dostlarını yoklar.

Faroz’un en renkli simalarından biri, eski Devlet Tiyatrosu emeklisi, mahallenin “profösörü” Reşit Erta’dır. O hem aktör hem senaristtir. Ama en çok da mahallenin ruhunu sahneye taşır. En büyük oyunu da Kocum Aydın’a oynar.

Gece saat kaç olursa olsun, telefonun ucunda Reşit abi varsa, Aydın düşünmez. Hemen çıkar, soluğu Faroz’un damında alır.

Bir gece, telefonun diğer ucunda yine Reşit abi:
"Nerede isen işini gücünü bırak, bir büfeye uğra, içecek al gel. Çok ağır misafirlerim var," der.
Aydın, bir kelime bile etmeden dediklerini yapar. Poşeti kaptığı gibi Faroz damına çıkar. Reşit misafirlerine döner ve göz kırpar:
"Bu da bizim safın teki işte..."
Ama olay bununla kalmaz.
Bir başka gün yine bir telefon:
"Bana bir tane Muratti al gel," der Reşit.
Aydın hâlâ içtenliğini korur:
"Uzun mu olsun, kısa mı? Hangisinden?"
Reşit cevabı yapıştırır:
"Cersliy al!"
Damdaki kahkaha Faroz’un duvarlarına çarpar, Karadeniz’e karışır.
İşte bu, bir dostluk değil sadece... Bu, bir yaşam tarzı.
Kimi uzaktan bakınca Aydın’a “saf” diyebilir belki.
Ama biz biliriz ki o saflık değil, yürekten gelen sadakattir.
Ve bazı insanlar, “çağırıldığında gelen” değil, “çağırılmadan gelen” olduğu için kıymetlidir.