Faroz’un rüzgârı Salı günü biraz daha sert esti. Yalıspor ile 1461 Soğuksuspor’un mücadelesi, Süper Amatör Küme diye geçiyor kâğıt üzerinde… Ama sahadaki gerçek, amatörün kaderi gibi: Sahipsizlik.

Maçın ikinci yarısında Soğuksuspor’un genç oyuncusu bir anda yere yığıldı. Şekeri düşmüş, bilincini kaybetmişti. O an, tribünlerin içi buz tuttu. Saha içi panik… Ama en büyük panik, olması gerekenlerin olmayışındaydı.

Ambulans yok.
Sedye yok.
Saha kenarında sağlık görevlisi yok.

Resmî bir futbol müsabakasında, futbolcunun canı için gerekli olan en temel şeyler bile yok! Sanki “amatör” kelimesi, sorumluluğun değil, ihmalin kılıfı olmuş gibi… Bir oyuncu yerde canıyla boğuşurken, çare telefonda arandı: “112 Acil, lütfen çabuk olun…” Ve nihayet ambulans sahaya ulaştı da genç sporcu hastaneye yetiştirildi. O an herkesin içinden aynı cümle geçti: “Allah korudu.” Ama sporcu canı Allah’a kalmasın! Bu kader değil, bu alışılacak bir durum hiç değil.

Kanun var mı? Var.
Madde var mı? Var.
Ama icraat? İşte o yok.

Profesyonel takımlar için her şey tam, eksiksiz, lüks içinde.
Peki ya amatörler? Onlar alın teriyle, hayalleriyle, tutkularıyla sahaya çıkan çocuklar, gençler…
Onlar mı?
Onlar Allah’a emanet! Her hafta bir başka sahada aynı hikâye…
Aynı ihmal, aynı sorumsuzluk, aynı “aman canım amatör işte” bakışı.

Oysa amatör futbol, bu ülkenin gerçek kalbi.
Profesyonellerin beslendiği yer, o ilk adım…
Ama nedense kimsenin umurunda değil.

O gün Faroz’da yere düşen sadece bir futbolcu değildi.
Bir spor kültürüydü…


Bir vicdan meselesiydi… Görmezden gelinen bir gerçeğin çığlığıydı.

Buradan yetkililere yüksek perdeden bir soru bırakıyorum:
“Bir gencin hayatı amatör mü, profesyonel mi diye ayrılabilir mi?”

Cevabı hepimiz biliyoruz ama hâlâ duyamıyoruz.
Çünkü hâlâ gereği yapılmıyor.

Amatör sporcuları Allah’a emanet etmeye utanmadığımız sürece,
Bu ülkede spor gelişmez.
Gelişemez.

Ve biz her hafta başka bir sahada aynı cümleyi kurmaya devam ederiz:
“Allah korudu…”

YA O KOLTUĞUN HAKKINI VERİN YA DA O KOLTUKTAN KALKIN!

Trabzon, sadece bir şehir değildir.
Bir ezber değil, bir karakterdir.
Sesi Karadeniz’in dalgalarıyla yükselen, vicdanını ise dağlarının vakur sessizliğine emanet eden bir karakter… İşte bu yüzden, bu şehirde bir yanlış yapıldığında dalga misali büyür tepki; fırtınaya döner. Ve bugün o fırtına, bir kişinin sözleri yüzünden tribünlerden sokaklara kadar yayılıyor.

10 Kasım… Bu toprakların çimentosu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrıldığı gün. Saat 09.05 olunca, bu milletin kalbi bir dakikalığına durur. Ne tartışmaya, ne pazarlığa, ne yoruma gerek vardır. Bu; devletin, milletin, tarihin ortak vicdanında mühürlü bir saygı duruşudur.

Ancak geçtiğimiz günlerde bir tribün liderinin sözleri ve tutumu, sadece Trabzonspor camiasında değil, Türkiye’nin dört bir yanında derin bir yaraya dokundu. Atatürk’ün adını ima yoluyla değersizleştiren, milli bir değeri hafife alan bu yaklaşım, toplumun vicdanında karşılık bulmadı; bulamazdı.

Bu milletin geçmişine, kurucu önderine, bağımsızlığının mimarına dil uzatılamaz. Saygı duymazsan bile, en azından susarsın.
Susamadığın yerde ise toplum sana gereken cevabı verir.

Tepki geldi…
Trabzonspor eski yöneticisi Recep Denizer’den, Divan Kurulu’ndan, Yalıspor Başkanı Berk Dervişoğlu’ndan… 24 Şubatspor kulübünden, camiadan, taraftardan, sokaktaki vatandaştan…
Kimse bu tutumu içine sindiremedi.

Ama gelin görün ki Trabzonspor Disiplin Kurulu hâlâ sessiz.
Sessizlik bazen sadece sessizlik değildir;
Bazen bir onaydır, bazen bir görmezden geliş, bazen de koltuğu koruma refleksi…

O koltuğa oturmak kolay,
Ama o koltuğun hakkını vermek zor.

Trabzonspor gibi köklü, karakteri sağlam bir camianın değerleri, birkaç kişinin keyfine göre eğilip bükülemez.
Tarihle ters düşenin, milletin ortak hassasiyetine sırt dönenin orada işi yoktur.

Disiplin ya vardır ya yoktur.
Eğer gereğini yapmayacaksanız,
O koltukta bir dakika bile oturmaya hakkınız yoktur.

Atatürk bu ülkenin vicdanıdır.
Gazi’nin manevi şahsiyetine uzanan her söz, önce söyleyenin kendisini küçültür, sonra da o sözü taşıyan kurumun üzerine gölge düşürür.

Trabzonspor’un adını, rengini, tarihini böyle tartışmaların gölgesine bırakmak kimsenin haddi değildir.

Bu camia susmaz.
Bu camia değerlerine sahip çıkar.

Ve bugün sorulan soru nettir:

“Ya o koltuğun hakkını vereceksiniz…
Ya da o koltuktan kalkacaksınız!”

Çünkü bu mesele, sadece bir tartışma değildir.
Bu mesele, milletin ortak vicdanı ile çatışan bir saygı meselesidir.

Gazi Mustafa Kemal’e saygı, siyaset üstüdür, tartışma dışıdır.
Bir duruştur, bir karakter meselesidir.
Kaldı ki Trabzon, karakterini asla ucuz söylemlere teslim etmez.

Bu şehirde hiç kimse Atatürk’e saygının karşısına geçemez.
Geçerse de o koltuk onu taşımaz.

KALANLARIN GÜCÜ

Trabzonspor’da sakatlık sıkıntısı bir türlü bitmiyor. Hoca bu hafta da taktiği değil, yokluğu çalıştırıyor. Pazartesi akşamı İstanbul deplasmanında Başakşehir ile oynanacak kritik maç öncesi Batagov yok… Savic yok… Milli takım dönüşleri, sakatlık raporları derken sahada top koşturmaktan çok eksik listesi uzuyor. Eldeki 15 oyuncuyla yapılan idmanlar, bir futbol takımı tablosundan çok, yokluğa karşı direnen bir kararlılık belgesi gibi.

Ama futbolda bazen en cesur kararlar, zorunluluktan doğar. Nwakaeme’nin lisansını yeniden aktif etme kararı da tam bu noktada devre arkasından parlayan bir umut ışığı gibi duruyor. Çünkü bazı oyuncular vardır; sahaya ayak basmadan bile tribüne moral, takıma nefes olur. Nwakaeme de o oyunculardan.

Takım günlerdir eksik oynasa da ruh tam kadro.
Hoca yalnız ama yalnızlığına yenilmemiş.
Eksikler çok ama bahaneler yok.

Çünkü futbol bazen 11 kişiyle değil, yüreği tam olanlarla oynanır.

Bu hafta sahada belki 15 kişiyle çalışmanın ağırlığı olacak ama unutmayın:
Bazen bir takımın gücü, olmayanlardan çok kalanların hikâyesinde saklıdır.

Kısacası… Eksikler kadroyu küçültür ama karakteri büyütür.

FARABİ’YE CAN VEREN İSİM: CELAL TEKİNBAŞ

Farabi Hastanesi’nin koridorlarında bugün duyulan her umut, aslında bir isimin sesinin yankısıdır: Prof. Dr. Celal Tekinbaş. Kimi yöneticiler makam koltuğuna oturur, kimi yöneticiler o koltuğa anlam katar. İşte Tekinbaş, o anlamı büyütenlerden…
Sadece başhekim değildir; bir hastaneye ruh üfleyebilen, vizyonu ile duvarların sesini değiştirebilen bir sağlık mimarıdır. Onun elinde Farabi, sıradan bir hastanenin sınırlarını çoktan geride bıraktı. Bir okul oldu; genç hekimlere yol gösteren bir ışık. Bir araştırma merkezi oldu; bilimin nabzının attığı bir masa. Bir inovasyon üssü oldu; modern tıbbın son nefesine kadar takip edildiği bir laboratuvar.

Hastaneye kazandırılan en güncel tıbbi cihazlar, yenilikçi tedavi yöntemleri, ulusal ve uluslararası arenada rekabet gücünü artıran büyük adımlar…
Hepsinin ardında aynı imza, aynı kararlılık, aynı duruş var.

Tekinbaş’ın farkı, bürokrasiyle değil; insanla konuşmayı bilmesi.
Hastanın derdini dosyada değil, gözlerinde okuyan bir hekim…
Gelişmeyi tabelada değil, sahada arayan bir yönetici…
Ve belki de en önemlisi, değişimin tepeden değil, gönülden başladığını bilen bir lider.

Bazen bir vizyon, koca bir kurumu baştan aşağıya değiştirir.
Farabi’nin değişimi de işte böyle bir hikâyedir:
Sade, samimi ve bir o kadar güçlü.

Bugün Farabi Hastanesi sadece bölgenin değil, ülkenin gururuysa;
bir sağlık merkezi olmanın ötesinde, bir umut yuvasına dönüşmüşse,
bu hikâyenin başrolünde Prof. Dr. Celal Tekinbaş vardır.

Çünkü bazı isimler vardır… Hastanelere değil, kalplere şifa verir.

ONLAR SOHBETE DALDI ALİ HOCA TEK BAŞINA 3 KİLO KÖFTEYİ YEDİ

İncirlik ve Yenimahalle’nin öyle müdavimleri vardır ki, sokağın taşı bile onları görünce hâl hatır sorar. Mahallenin neşesi, kalbi, hafızası… İşte o simalar dan biri de, Allah uzun ömürler versin, herkesin “Süslü” diye bildiği Teyfik Aksu’dur. Bir de geçmişin güzel insanlarından… İncirlik Camii’nin vakur sesi, rahmetli Ali Hoca. Onun oğlu Mustafa Abi de mahallenin öz evladı… Ama Teyfik’i buldu mu takılmadan duramaz. Zaten ikisinin çocukluk arkadaşlığına laf sökmez. Süslü Teyfik gençliğinde çok hareketliydi ki… Yerinde durmaz, durduğu yerde de mahalleyi durdurmazdı.

555 plakalı Murat 124 dolmuşunu hatırlayanlar hâlâ tebessüm eder. Durağı da eski Avni Aker’in altı… Bir yanda dolmuşlar, bir yanda mahallenin efsane mekânı: Kasap Ahmet’in “Kendin pişir, kendin ye” lokantası. Günlerden bir gün… Teyfik ve arkadaşları kasabın arkasında köfteleri mangala dizmiş, bir yandan pişiriyor, bir yandan da “dem” alıyorlar. Neşe yerinde, muhabbet akıyor. Tam o sırada yoldan rahmetli Ali Hoca beliriyor. Camiye yetişme telaşında, adımlarında bir acele…

Teyfik durur mu? “Hocam buyur gel, mangal hazır!” Ali Hoca önce eliyle işaret ediyor: “Evlatlar, ezan vakti… Geç kalıyorum.” Ama Teyfik ve tayfası öyle bir ısrar ediyor ki, hoca sonunda tebessümü kondurup mahallenin adabına uyar: “Bizim uşakları kırmayak…” Oturur mangalın başına. Sohbet muhabbet derken… Ali Hoca mangaldaki köftelere öyle bir girişir ki, ne Teyfik ’in sesi çıkıyor, ne köftelerin dumanı. Kaşla göz arasında bir tepsi, iki tepsi derken…

Rahmetli hoca tam 3 kilo köfteyi bir oturuşta silip süpürüyor! Masada oturunca Teyfik ve arkadaşların yüzleri de dem de susuyor tabii… Ama hoca kalkınca mangal ortada kalakalıyor: Ne köfte var, ne duman… Bir tek şaşkın bakışlar! Ali Hoca mahcup bir nezaketle ayağa kalkıyor: “Allah razı olsun evlatlar. Müsaadenizle…” Ardından giderken ardında bir efsane bırakıyor. Teyfik ise arkadaşlarına dönüp sadece şunu diyebiliyor: “Bir daha köfte partisine misafir çağırırsam… Hatırlatın da cesaretimi toplayayım!” Yenimahalle işte böyle bir yer… Köftesi bol, neşesi bol, hikâyesi çok. İnsanları da tıpkı o mangal gibi… Dumanı üzerinde, tadı damakta kalan cinsten…

KOSTANTİN’İN İZİNDE SALLANAN AYAKLAR

Trabzon’un en eski mahallelerinden Faroz…
Orada hayat hep bir adım önde, ritim hep bir tık hızlı atar. Çünkü Faroz’un damarlarında kolbastı akar. Düğününde, şenliğinde, tribününde… Kısacası nefes alınan her yerde.

Ve bu oyunun hafızasında bir isim altın harflerle durur:
Rahmetli “Kostantin” Muammer Karayunus.
Kolbastının ilk ustalarından… Figürleriyle oyuna ruh veren, mahallenin gönlünde taht kuran bir büyüğümüzdü.

Bugün Faroz’un gençleri, bu emanete sahip çıkıyor. Kostantin Muammer amca için klip çekiyor, “Bu oyun bizim, bu ritim bizim” diyerek meydan okuyorlarsa, mesele bir oyundan çok daha fazlasıdır.

Şenol Çalış ve Emre Güven öncülüğünde kurulan ekip, “Bu bayrak düşmeyecek” diyor.
Bir mahalle kültürü, genç omuzlarda yeniden doğruluyor.

Ve şimdi top Trabzonspor yönetiminde…
Farozlu gençler açık ve net konuşuyor:
“Akyazı’da maçlardan önce kolbastı oynayalım! Tribünü ateşleyelim, stada ruh katalım.”

Belki de haklılar…
Çünkü Trabzon ruhu, sahaya 11 kişiyle inmez.
Bazen bir oyunun ritmi, bir şehrin nabzını tutar.

Faroz kolbastısı yıllardır dünyayı dolaştı.
Şimdi yuvasında, Akyazı’nın çimlerinde yeniden doğmak istiyor.

Ve biliyoruz ki; Konstantin Muammer amca yukarıdan bakıyorsa, kesin gülümsüyordur. Ruhu şad mekanı cennet olsun.