Düyûn-ı umumiye genel borçlar anlamına gelmiş olsa bile aslında bu kelime Osmanlı’dan alacaklarını tedarik etmek için Batılıların kurmuş oldukları bir şirketin adıdır.

Osmanlı yöneticilerinin ve halkının zihinsel kodunda ekonomik kalkınma bilincinin olmaması nedeni ile ticaretin çoğu Yahudi, Ermeni ve Rumların eline geçmiş, yine zanaatın bir kısmı da bunların elinde şekillenmişti. Savaşlardan elde edilen gelirlerin azalması dahası savaşların ekonomiye yeni yükler getirmesi, Osmanlı ekonomisini çıkmaza sokmuş, Kırım Savaşı sonrasında ise Osmanlı ekonomisi bir daha kendini toparlayamamıştı.

Toparlanmak için her türlü imkânı deneyen bunda da pek başarılı olamayan yöneticiler son çare olarak Batılılardan borç para alma yoluna gitmişlerdi. Borcu borç ile kapatan, alınan borcu yeni yatırımlara dönüştürmeyen sistem içinde ülkenin ekonomik olarak batması kaçınılmaz olmuştu.

Kapitülasyonlar sebebi ile üretimin fazla olmaması, tarımın çok geri planda bulunması halkı geçim derdine sokmuş, ülkede enflasyon her daim zirve seviyelerde olmuştu.

Celladına aşık mahkumlar gibi Osmanlı yine de Batılılardan borç almaya devam etmiş, hasta adamın ölmesi ile ondan en fazla payı almayı bekleyen başta Fransızlar olmak üzere, İngiliz, Alman, Rus ve İtalyanlar daha yüksek faizli borçlarla Osmanlı’yı çıkmaza sokmuşlardı.

Böylece Osmanlı’nın yıkılma hükmü savaş meydanlarında değil, kapitalizmin çarkı içinde gerçekleşmeye başlamıştı. Osmanlı, borçlarını ödeyemez duruma gelince Batılılar Düyûn-ı umumiye’yi devreye sokmuştu.  

Yöneticilerinin hepsi Batılılardan oluşan Düyûn-ı umumiye adlı bu şirket, Osmanlı’nın doğal kaynaklarını hammadde olarak çıkarıp ucuz fiyata kendi şirketlerine satacak ve onlardan alacağı gelirleri de alacaklı devletlerin hesabına yatırmakla görevlidir. Böyle bir durumda Osmanlı’nın yeraltı kaynakları Batılılara açık hâle gelmiş, ülke siyaseten bağımsız görünse bile iç pazarda tamamen hakimiyetini kaybetmişti. O dönemde sadece Kerkük’teki petrol geliri bile Osmanlı borçlarının tamamını kapatacak bir zenginliğe sahip olmasına rağmen, kimsenin bunu anlayacak ne gücü ne de yetkisi kalmıştı. Bu durum Sevr anlaşmasına kadar uzanan bir zemini oluşturmuştu.

Fransız Claude Farrere, Cinayet İşleyen Adam isimli romanında Batılıların Osmanlı’yı ne hâle getirdiklerini şöyle açıklamıştı: “Bugünün Avrupa’sı çok açgözlü bir kuş; kargadan bile daha aç gözlü, ayrıca daha büyük daha iri. Büyük bir akbaba veya And kondoru (akbabaya benzeyen bir çeşit kuş) gibi bir şey ve Türk’ün tepesinde yüz yıldır süzülüp duran bu kondoru birdenbire onun üzerine çullandı. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Borçlanmalar, teminatlar, değiştirilen anlaşmalar, imtiyazlar, bırakılan gelirler, Düyûn-ı umûmiye, Osmanlı Bankası, Reji, Türkiye diye bir şey kalmadı. Geride sadece iskeleti kaldı. ”

Borçlanma durumu Batı’da romanlara konu olan ve dış devletlere borçlu olmanın bedelini en acı şekilde ödeyen Türk milletinin hâldeki durumda daha dikkatli olması gerekmektedir. Türkiye IMF ile olan ilişkilerini başarılı bir şekilde hallederken maga projelerle IMF’nin bir kolu gibi çalışan Batılı şirketlere gereğinden fazla borçlanması geçmişte atalarımızın yaşamış olduğu sıkıntıları bize hatırlatmakta ve bu konularda çok daha dikkatli davranmamız gerektiğini ihtar etmektedir.

Z kuşağı diye hafife aldığımız ve hatta LYS, YKS, KPSS, DGS sınavları ile süründürdüğümüz, işsiz bıraktığımız gençlerimizden, yüksek faizlerle yaptığımız borçları gelecekte ödemelerini beklememiz çok da insani bir durumu oluşturmamaktadır.

Norveç hükumeti yeni keşfetmiş olduğu yeraltı kaynaklarına, gelecekteki neslimize lazım olur diye el sürmezken bizim yetişmesinde ihmal ettiğimiz genç nesillere yekûn bir borç bırakmak gibi hakkımız bulunmamaktadır. Batı alacaklarını geçmişte olduğu gibi söke söke alır, ama bizim de hâlde çok daha dikkatli olmamız gerekmektedir.