Annem babam Trabzon’da; yılda iki kere geliyorum mecburen.  Neden sonra, her gelişimde bir çeşit Hindu kültürüyle yüzleşiyor gibiyim. Arsin’den; okul öncesi yıllarımın geçtiği o küçük kasabadan,  sözüm ona modern mahallemiz Beşirli’ye kadar kentin her yerinde, en dar sokaklarında, kaldırımlarında, her yerde ama her yerde otomobiller; nam-ı diğer: arabalar… Denizini zaten yitirmiş, küçücük bir şehir merkezini bunca arabayla doldurmak, yaşamı dayanılmaz hale getirmekten utanmamak, Mısır firavunuymuş gibi yürümeyi veya toplu taşımayı gururuna yediremeyip yanı başındaki markete dahi arabayla gitmeyi marifet sanmak ve en tuhafı da şehrin bir inşaat ve araba yığınına dönüşmesinden rahatsız olmamak ürkütücü doğrusu.

O güzelim Moloz’a gidip Rüştü’nün Fırını’nda pide yemek istemiştim geçen yıl. Pendemi falan yoktu henüz ama imkânsızdı Rüştü’ye ulaşmak… 1.5 milyonluk Manhattan’da bu kadar yoğun, keşmekeş ve rezil bir trafik görmemiştim. Daha ürkütücü olan şu; içinde gezinilen bataklıktan kimse rahatsız değil! Zaten daracık olan yolun ortasında arabasını bırakıyor adam, arkadaki arabalar bekliyor. Moloz burası, bildiğin bizim küçük Moloz… Şaka gibi. Zavallı yaşlı kadın elinden tuttuğu torunuyla geçecek bir aralık dahi bulamıyor. Dükkânların önleri kapanmış, köşeler kapanmış, yol, kaldırım, yer, gök araba dolu ve insanların yüzlerine bakıyorum; yaşadıklarını sanıyorlar.

Fırına ulaşamadım. Canı cehenneme böyle tarihin, mazinin, eskiye duyulan özlemin… Köşeyi dönemeden sıkıştım kaldım. “Topla topla… Tam sol yap! Tamam dur orda!”. “Bi’daha gelirsem!..”, deyip zor attım kendimi Atapark’a… Eskisi gibi ara sokaklardan, mahallenin abilerini selamlayarak yürüyecek, belki bir çay ocağında soluklanacaktım. Egzoz dumanından başka bir şey soluyamadım. Milat öncesinden; Kudüs’ten, Halep’ten, Roma’dan beri insana tahsis edilmiş olan kaldırımlarda, merasim askeri misali, dört tekerlekli bir sürü hurda yığınının geçmesini bekliyorum. Ağzımı açamıyorum. Oradaki herkes gibi; aslında bana, bize, insana ait olan yolu işgal etmiş bir öküzün keyfini bekliyorum.

Beşirli’ye uzanıyorum. Adam kendi otoparkında mahsur. Dakikalarca bekliyor… Eli direksiyonda. Otoparkın tam girişinde park edilmiş bir aracın sahibini bekliyor (cam önüne numara bırakma âdeti de gelişmemiş ne yazık ki). Nihayet geliyor muhterem ama her şey olağan. Bir diğeri, bu kez içeri girmek isterken ana yol üzerinde mahsur, giremiyor, evine gidemiyor. Bekliyor… Sonra bir diğeri onun arkasına sıkışıyor… Oradan geçen bir bey amca, “Çık habu galdırıma da” diyor (sanki kaldırım arabaların park etmesi için yapılmış, o kadar rahat bunu söylerken). Nihayet kaldırım da işgal edildi. Alkışlar… Bebek arabasıyla yürüyen kadıncağız kendini araba yoluna atmak zorunda… Akçaabat istikametinden gelen ve yolcu yakalamak için kenardan seyreden bir dolmuşun onu ve çocuğunu biçmesi an meselesi ama kadının kaldırımda yürümeye hakkı yok. Sükûnet, alışmış olmanın verdiği tepkisizlik devam ediyor…  

Aynı durumu birkaç gün sonra bizzat yaşadım. Kendi evimin, kendi otoparkımın kullanımı için önünü keyfince kapatmış adamın sallana sallana gelip, özür dahi dilemeden lanet olası arabasını oradan çekmesini bekliyorum. Dayanamadım, el frenini çektim… Adamı oracıkta boğabilirdim ama bir anda kalakaldım. Korktuğum için değil… Çok tuhaf, şaşırtıcı ve düşündürücü bir tepkiyle karşılaştım. Hakkımı gasp eden, sırf hava atmak için bankaya borçlanarak aldığı arabasıyla yaşam alanımı kısıtlayan bu adamın mahcup olmak bir yana, tam aksine beni garipsediğini fark ettim. “Nooldu gardaşım?” dedi. Ona göre her şey olağan, sıradan ve kabul edilebilir bir döngünün basit bir ayrıntısıydı. Çevredekilerin yadırgayan hatta kınayan bakışları onun değil benim üzerime odaklanmıştı. Suçlu bendim. Hatalı olan bendim. Putlara meydan okuyan bir günahkâr gibi sessizce geri çekildim.

Bir anda, artık kutsallaşmış bir inancı yıkmaya çalıştığımı fark ettim. Tanrım! Şimdi anlıyorum; işte o kutsal öküzlerdi bunlar… Bu defa pahalı, markalı, çelik jantlı ve televizyonda reklamları olan… Trabzon’un kutsal öküzleri! Otoparkının önüne, yürüdüğün kaldırıma, dükkânının dibine, üstüne, tepene, dedenin mezarına, oturma odana park edebilirler… Onlar yaşadığımız yüzyılın yeni kutsallarıydı… İşte bu kadar özümsenmiş, bu derece benimsenmişlerdi. O anda, şehrimin yeni tanılarına kafa tuttuğumu ve çaresiz kaldığımı fark ettim. Uygarlığın değil, hürriyetin değil, temizliğin ve düzenin değil bu öküzlerin önemli olduğunu, aksini düşünmenin beni yapayalnız bıraktığını o an fark ettim. Bekledim. Öküz ne zaman izin verirse ben de o zaman gidebilecektim.