Türkiye siyasetinin son yıllardaki seyri, halkın gözünde güven kaybına, değer erozyonuna ve ciddi bir temsil krizine neden oluyor.

Eskiden bir davaya, bir ideolojiye, halka hizmet etme aşkına yaslanarak yükselen siyaset, bugün kişisel çıkarların, iktidar hırslarının ve özellikle de kibirli söylemlerin esiri olmuş durumda.

Ne yazık ki siyasetimizin pusulası bozulmuş, şirazesi kaymıştır.

Bu bozulma yalnızca bir partiye ya da bir ideolojiye özgü değildir.

Gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinde aynı savrulmayı gözlemlemek mümkün.

Oysa siyaset halk içindir, halkla birlikte yapılır.

Siyasetin öznesi milletse, yöntemi tevazu; hedefi ise adalet olmalıdır.

Bugün ise siyasetin dili kutuplaştırıcı, tavrı yukarıdan bakan, amacı da çoğu zaman sadece seçim kazanmaya indirgenmiş duruma gelmiştir.

Kibirli siyaset, bir ülkenin en büyük düşmanıdır.
Siyasetçilerin halktan koptuğu, makamların halka hizmet aracı olmaktan çıkıp güç gösterisine dönüştüğü her dönem, toplumsal çürümenin başlangıç noktası olmuştur.

Kibir, en büyük yenilgilerin tohumudur.

Bu tohum bugün neredeyse tüm partilerin içinde filizlenmiş, halkla bağ kurma reflekslerini köreltmiştir.

Siyasetçilerin diline yerleşen üstenci üslup, vatandaşla aralarına görünmez duvarlar örüyor.

Bugün birçok siyasetçi halka dokunmak yerine, sadece kendi çevresini memnun etmeyi yeterli sayıyor.

Halkın içine girmek yerine, sosyal medyada birkaç paylaşım yaparak halkla iletişim kurduğunu sanıyor. Ne acı ki, siyaset artık halkla değil, halk adına yapılan bir gösteriye dönüşmüş durumdadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son il başkanları toplantısında da bu konuya değinmiş olması elbette dikkat çekicidir.

Kendisi de teşkilatlara yönelik yaptığı uyarılarla “kibir hastalığı”na dikkat çekmiş ayar vermiştir.

Bu uyarı yerindedir; zira AK Parti başta olmak üzere tüm partiler, kuruluş felsefelerine dönmedikçe halk nezdindeki eski karşılıklarını bulamayacakları gibi günbegün yitirmeye mahkûm kalacaklardır.

Her siyasi partinin fabrika ayarlarına dönmesi gerekiyor.
Kimi için bu adalet ve kalkınmadır, kimi için halkçılık ve özgürlükler, kimi için ise milli duruş ve değerlerdir.

Ama her biri halkla kurduğu samimi bağları, ilkeleri ve mütevazı tavırları terk ettiğinde; aslında sadece partileri değil, ülke demokrasisi de yara alır.

Bu tabloyu değiştirecek olanlar yine siyasetçilerin kendileridir.

Koltukları korumak için değil, halkı temsil etmek için siyaset yapılmalıdır.

Toplumun güvenini kazanmadan hiçbir siyasi başarı sürdürülebilir değildir.

Bugün sokakta, kahvede, pazarda dolaştığınızda halkın siyasetçiye duyduğu güvensizlik her cümleye yansıyor.

“Bize zaten kimse kulak vermiyor” diyen insanların çoğaldığı bir ülkede, siyasi yapıların da aynaya bakmasının zamanı gelmiş demektir.

Gerçek değişim, liderlerin, teşkilatların ve milletvekillerinin bir kez daha halkın ayağına gitmesiyle; dinlemesiyle; dinledikten sonra da gereğini yapmasıyla mümkün olacaktır.

Kibir, yerini tevazua bırakmadıkça; temsil, yerini samimiyete terk etmedikçe; siyaset sadece bir güç mücadelesinden ibaret kalacaktır.

Unutulmamalıdır ki, halkın gönlünde yer bulamayan hiçbir siyaset uzun ömürlü değildir.
Bugünün kibir kuleleri, yarının enkazları olabilir.
Ve bu enkazın altında sadece partiler değil, umutlar, güvenler, gelecek hayalleri de kalır.

Bu nedenle siyasetin rotası yeniden halka çevrilmeli, pusulası değerler üzerine ayarlanmalıdır.

Aksi halde bu kaybolmuşluk sadece siyasetin değil, toplumsal barışın ve demokrasinin de kaybolmuşluğu olacaktır.

Ahmet Metin Genç bugün büyükşehir belediyeleri arasında Türkiye birincisi olmuşsa bunun temelinde, tevazu ve halkın ayağına gitmesi en büyük etkendir.