Bir şehir...
Belki tanıdık bir sokakta, belki hiç bilmediğin bir mahallede...
Ama içinden geçtiği hâl, bir ömür boyu insanın kalbine işleyen cinsten.
Bu, bir sevda hikâyesi değil yalnızca.
Bu, sadakatin, umudun ve bekleyişin destanıdır.
Zamanın birinde, birbirini çok seven bir çift vardı. Öyle böyle değil…
Herkesin dilinde, herkesin gıptayla baktığı bir sevda.
Onlar birbirini öyle severdi ki sanki dünya sadece onlar için dönüyor, gökyüzü sadece onların mutluluğuna şahitlik ediyordu.
Gençtiler…
Gözlerinde umut, ellerinde hayaller vardı.
Ve nihayet evlenmişlerdi.
Gözlerinin içi gülüyor, kalpleri aynı ritimle atıyordu.
Yeni bir hayatın başında, taze bir rüyanın tam ortasındaydılar.
Ama işte hayat…
Ne kadar plan yaparsan yap, bazen en beklenmedik yerden vurur insanı.
Adamın adını bir iftiraya karıştırdılar.
Öyle büyük bir suç ki ne olduğunu bile anlamadan kendini mahkeme salonlarında buldu.
Suçsuzdu…
Ama kimseye anlatamadı.
Delil yoktu, tanıklar yalandı.
Ne kadar uğraştıysa da fayda etmedi.
Hak etmediği bir cezayı verdiler ona.
Kimine göre 20, kimine göre 30 yıl...
Gençliğini, aşkını, hayatını içeriye hapsettiler.
Kadın, sevdiği adamın arkasında durdu.
Her görüş günü geldi.
Her hafta o cezaevi kapısına umutla yürüdü.
Saçlarına aklar düşse de, gözlerinin feri solsa da vazgeçmedi.
“O suçsuz” dedi, “O benim sevdiğim.” dedi.
Görüş günleri geliyor
Birinci görüş günü, ikinci görüş günü, üçüncü görüş günü derken aradan birkaç yıl geçmiş
Artık adamın canına tak ediyor
O kadar âşık ki sevdiğine “Sevdiğim, ben seni yakmak istemem. Suçsuz yere içeri girdim ama senin hayatın dışarıda. Senin gülüşlerin güneşe benzerken ben karanlık duvarlarda çürüyorum. Belki çıkamam bir daha, belki çıkınca seni bulamam. Eğer bir gün birini seversen, eğer bir gün mutlu olursan, Allah rızası için yoluna bak. Ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun” diyor.
Adam anlatmaya devam etti sevdiğine
“Eğer olur da hâlâ beni bekliyorsan, evimizin önündeki akasya ağacına o çok sevdiğin kırmızı tülbendini bağla. Eğer o tülbendi görürsem, bilirim ki sen hâlâ benimsin. Yoksa orada ardına bile bakmadan çekip giderim. Seni bir daha da asla, ama asla rahatsız etmem”
Kadın gözü yaşlı ağladı saatlerce.
Sonra yüzüne kararlı bir ifade yerleşti. Koşarak ayrıldı cezaevinden.
Zaman… Acımasızdı. Günler, haftalar, aylar derken yıllar geçti.
Cezaevi kapıları bir gün açıldı.
Adam yaşlanmıştı.
Omuzları çökmüş, saçları ağarmıştı.
Ama kalbinde hâlâ o ilk günkü sevda vardı.
İçinden bir dua ediyordu sürekli: “Allah’ım, ya beni beklediyse…”
Ve o an geldi…
Eve giden o eski, toprak sokaktan geçti.
Kalbi güm güm atıyordu.
Ayakları onu taşımaz oldu.
Ama yürüdü…
Adım adım, korku, umut ve heyecanla.
Ve bir köşe başını döndüğünde...
Gördü…
Akasya ağacı oradaydı.
Ama yalnız değildi.
Her dalına, her yaprağına yüzlerce, binlerce kırmızı tülbent asılmıştı.
Sanki bir mahalle değil, bir ülke beklemişti onu.
Sanki bir kadın değil, bir halk sevmişti onu.
O an dizlerinin bağı çözüldü.
Oturdu ağacın altına.
Başını gökyüzüne kaldırdı.
Gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
“Demek ki sevda dediğin, yıllara değil, sadakate bağlıymış. Demek ki aşk, sadece güzel zamanlarda değil, en zorlu yıllarda da susmadan, sormadan, sorgulamadan kalabilmekmiş.”
Ve şimdi…
Eğer gözlerin dolduysa, Onur Akın’ın seslendirdiği o türküyü aç ve dinle;
Beni bekledinse
Yağmurda karda
Beni bekledinse
Derin rüzgârda
Beni bekledinse
Yorgun yıllarda
Susuz yüreğimde
Çiçekler açar…
Şimdi gözlerini kapa…
Ve beklemenin, sevmenin, affetmenin bir Ömür’lük Umut’un ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırla.