Gri ve kasvetli Ankara, oldukça soğuk geçen karsız bir kışın ardından adeta bahara merhaba demişti. Serçelerin raks ettiği, akasyaların konfeti attığı, ıhlamur kokusunun pencerelerden taştığı bir sabaha uyanmıştı Ezgi. Sokakları, caddeleri, işyerlerini dolduran yalnız kalabalıklar için sıradan bir gün geçecekti ama Ezgi için büyük bir gündü. Akşamdan ayarladığı telefonunun alarm sesine hayatında ilk kez sinirlenmemişti.
Ezgi, yıllarca hayalini kurduğu dünyanın en köklü ve prestijli gastronomi okulu Le Cordon Blue’yu sıralama yaparak bitirmiş ve geçtiğimiz yıl doğup büyüdüğü Ankara’ya dönmüştü. İlk zamanlarda kariyer planlamasını yurtdışında sürdürmeye karar vermiş olmasına ve Michelin Yıldızlı birkaç restorandan teklif almasına rağmen Türkiye’ye kesin dönüş yapmaya karar vermişti. Fransa’dan dönmek onun için hiç de kolay olmamış, kararını verirken kalbiyle beyni epeyce savaşmıştı. Nihayetinde duyguları belki de vatan özlemi galip gelmişti.
Yeni meydan okumasını öz yurdunda, vatanında yapacaktı. Döndükten sonra iş bulması hiç de zor olmadı. Yabancı devlet başkanlarının da kaldığı, beş yıldızlı Ankara’nın en lüks otelinde mutfak şef yardımcısı olarak işe başladı.
İlk günden itibaren şirinliği ve hanımefendiliği ile otel personelinin sevgisini kazanan Ezgi hazırladığı reçetelerle de şeflerinin takdirini kazanmıştı. O da biliyordu ki “İyi bir şef sadece en iyi tabağı hazırlayan değildi” İyi bir şef mutfakta hijyenden malzeme seçimine, personelin sevk ve idare edilmesinden, kalite kontrole kadar tüm evrelere hâkim olan kişiydi.
Ezgi, Paris’te almış olduğu eğitimi, çalıştığı şeflerin tecrübesi ile birleştirerek kendini daha da geliştirdi. Çok gönüllü olmamasına rağmen arkadaşlarının teşvikiyle daha doğrusu zorlamasıyla ulusal bir televizyon kanalındaki yemek yarışmasına katıldı. Haftalar süren mücadelenin ardından birinci olmuştu. Hazırladığı özgün reçetelerle yarışmaya damga vurmuş her defasında jürinin büyük beğenisi kazanmıştı.
Ödülünü alacağı geceye iş dünyası, sanat, sinema, cemiyet hayatından birçok tanınmış isim de davet edilmişti. Hayatının dönüm noktası olacak günlerden biriydi. Bu nedenle Ankara için sıradan Ezgi için büyük bir gündü bugün. Önceki geceden hazırlamış olduğu kombini giymek için sabırsızlanıyordu. Kısa boylu olmasına rağmen zayıflığı nedeniyle uzun görünüyordu. Arkadaş çevresinde “Ezgi’nin yaptığı yemekler güzel olsaydı kendisi de yerdi” esprileri sohbetlerin bir yerinde mutlaka geçerdi. Kırmızı abiyesini küçük kırmızı bir çanta ve kırmızı stilettosu ile tamamladı. Annesinden yadigâr beyaz incileri ile de son noktayı koydu.
Ezgi hiç olmadığı kadar heyecanlıydı. Günün hayli yorucu geçeceğinin farkındaydı bu nedenle arabasıyla çıkmamış bir taksi çağırmıştı. Ezgi işe yeni başlamasına rağmen iyi sayılabilecek bir maaş alıyordu. Anneannesinin desteği ve banka kredisiyle kendisine kırmızı küçük bir araba almıştı. Taksiyle önce mezarlığa gidecek anne ve babasının mezarını ziyaret edecekti. Sonrasında teyzesine uğrayacak, teyzesini ve anneannesini alacaktı. Ödül töreninde onların da yanında olmasını, sevincine ortak olmalarını istiyordu.
Ezgi ödül töreninde yapacağı konuşmayı günler öncesinden hazırlamıştı. Ödül törenlerinde artık sıradan hale gelen sosyal mesajları da ihmal etmemişti. İklim değişikliğine, sokak hayvanlarına, kadın haklarına, çevre kirliliğine vurgu yapacaktı. Mesajları içinde bayağı fiyakalı cümleler kurmuştu. Ödül töreninden sonra kısa bir tatil planı dahi yapmıştı. Fransa’dan Faslı arkadaşı Fatma ile İtalya’da Como Gölü’ne yakın butik bir otelden rezervasyonları çoktan hazırdı.
Ezgi; yapacağı konuşmayı tekrardan gözden geçirirken bir yandan tatil planını, bir yandan da ödül töreninde teyzesi ve anneannesiyle kırmızı halının üzerinde nasıl poz vereceğini hayal ederken bir anda kulakları tırmalayan o berbat sese yöneldi.
Sesin sahibi çalıştığı şehirlerarası yolcu otobüslerinin mola verdiği ikinci sınıf dinlenme tesisindeki restoranın sahibiydi.
“Ezgiiii, Ezgiiiiiii. Kahrolası, bulaşıkları hala yıkamadın mı? Bir değil iki değil. Sabahleyin de geç geldin zaten. Yeter artık!”
Ezgi, hayale daldığı tahta kırmızı tabureden yavaşça kalktı. Duvarda asılı kırmızı önlüğünü giydi ve kırmızı leğendeki bulaşıkları yıkamaya, kırmızı yalnızlığına doğru yürüdü…