Uçakta “först kılas”, otobüste pencere kenarı, arabada ön koltuk tercihleri kimilerine göre prestij kimilerine göre konfor sebebidir. Bazıları içinse hiçbir önemi yoktur ve bir mana da ifade etmez. Buna karşın hayat, bazılarına konforu tercih etme imkânı sunsa da bazılarını koridorda teker üzeri ya da arka beşlide seyahat etmeye zorlayabilir.

En masumundan “kimine kavun kimine kelek” teslimiyetiyle “yazan yazmış, seyahatimiz böyleymiş, yeter ki sırat-i müstakimden ayrılmayalım” der, yolumuza koyuluruz.

Eski zamanlarda Bakanın biri makam aracıyla memleket ziyaretine gitmiş. Doğduğu büyüdüğü köye de uğramak istemiş. Bakan, köyün girişinde aracı durdurmuş, arka koltuktan ön koltuğa geçmiş. Haliyle koruması da arka koltuğa oturmuş. Sebebini sorduklarında da “Arka koltukta oturmamı ayıplarlar” demiş. Anlayacağınız bakanın ön koltuğa geçmesi tevazudan değil itibarını korumak içinmiş.

Mahalle tedrisatından geçen biri olarak; hayatın ilk öğretilerini çoğunlukla çevreden derleyip toparlardık. Kurguladığımız hayatı hayallerimizden ziyade gördüklerimizle donatırdık.

Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin sıfatlandırmasını kendimize örnek aldığımız büyüklerimizden, imrendiğimiz akranlarımızdan, gördüklerimizden ve yaşadıklarımızdan alırdık.

Dur’u bilirdik, yok’u anlardık, hayır’da hayr vardır der, isyan etmezdik. O yaşlardayken halden anlardık karınca kararınca ve bunlardan sadece bize özgü, çok ulvi hasletler değildi. Zamanın ruhu ve iklimi böyleydi. Sonrasında neler olduysa, neler yaşandıysa şartlar değişti farklı değerler sonradan görmüşlükler, sonradan bulmuşluklar, züppelikler yeni normallerimiz oldu. Ve bir acayip hallere düçar olduk.

Günümüz beşerî münasebetlerinde tevazu ve nezaket değil gösteriş budalalığı, itibar sevdası bütün ilişkileri zehirli sarmaşık gibi sarmış durumda.

Görünür olmak için bilinir yerlerin, bilinir olmak için de görünür markaların peşi sıra koşuyoruz. Markaperest tercihlerimiz obeziteliğimizi doyurmaya yetmiyor. Tükettikçe tükeniyoruz.

İtibarı ve prestiji tutum ve davranışlarımızla, duruşumuzla değil de daha kolay ama pahalı olan satın almalarla kazanma telaşındayız.

Ekonomik buhrana rağmen gidilen mekanların, giyilen ayakkabıların, kıyafetlerin popüler marka olması gerektiği hakkında ayet varmışçasına bir şirke girmekten korkan halimiz var. Yediğini, içtiğini ne zıkkımlandığını milletin gözüne gözüne sokma hallerimiz var. Sezon öncesi ya da sonrası fark etmez bütün indirimleri yakalamak için cinnet geçirmiş bir halimiz var.

İmkânı ve parası olan zengini anlarım, öyle ya da böyle kazanmış da harcıyordur. Sen alsan da giysen de gitsen de sende eğreti, emanet duruyor. Alışık olmayınca don durmaz misali paranı harcasan ne olur harcamasan ne olur.

Vahşi kapitalizm, tükettikçe sana paye, statü verdiğini, adam yerine konulduğunu hissettirir. Tükettiğin sürece varsın. Tüketemiyorsan, sadece posan kalmış ise ya da hesap ekstrendeki açık Kaf Dağının ardından görünüyorsa kapitalizm için artık kullanışsızsındır, geçmiş olsun.

Atadan, dededen kalan birikimlerle ya da kendi imkanlarıyla yapılan hoyratlığı, kabalığı anlar “nobran” der geçeriz. Hal böyleyken kamu imkanlarını kullanarak yapılan beyliğe! başka kelimeler de ilave etmek gerekir.

Makamın tefrişatını gereksiz yere değiştirmek, teknolojik aletleri ömrü dolmadan yeniletmek, bakanlığın sosyal tesisleri varken bol yıldızlı otellerde eğitimler düzenlemek, kendi imkân ve kabiliyetlerinle yapabileceğin işleri organizasyon şirketlerine paslamak, temsil ve ağırlama giderleri altında savruk harcamalar yapmak “först kılas” hareketler kabilindendir.

Bunların yanı sıra devletin gücünü ve kudretini iliklerimize kadar hissettiren bir de siren ve çakar “först kılas” terörü var ki yollarımızda dünyada bunu sadece bizde görebiliriz.

Geçiş üstünlüğünün ya da muafiyetlerin tahrik eden cazibesiyle emniyet şeridinde aksiyon peşindedirler. Kırmızı ışıkta beklerken o yanından “vınnn” diye geçer. Şekil için alakasız yerde gereksiz çakarlarını yakar. Dikiz aynasından görünce gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalırsın. Dıdının dıdısına muafiyet verilmesinin yönetmeliklerde yeri olmasa da fiiliyattaki durum ne yazık ki çok farklı.

Eskiden kamu araçlarının kapılarında “resmi hizmete mahsustur” yazıları vardı. Özel işlerde kullanılmasın, kullananlar da hicap duysun diye.

İtibar kullandığın arabada, saatte, parfümde, makam odasının büyüklüğünde değil temsiliyetinde, hitabetinde, nezaketinde ve makamdaki duruşundadır.

Merhum Mehmet Akif Ersoy’a Avrupa’dan döndükten sonra sorarlar “Avrupa nasıl?” diye. O’nun “işleri var dinimiz gibi dinleri var işimiz gibi” cevabını hatırlayınca gözümün önüne Merkel’in geçtiğimiz günlerde ikinci sınıf bir restoranda tek başına pizza yediği görüntüler geldi.

Lanet olası Batı’nın hep mi kötü yanlarını örnek almak zorundayız? Tamam tek başına pizza yemesin ama zamanında hasbelkader bakan yardımcılığı yapan da korumalarla Cuma’ya gitmesin.

Düzeltiyorum koruma da Cuma’ya gitsin. Vebal altına girmeyeyim…